fortfolio işte...

biraz şehir, biraz ilişki, biraz kadın, biraz erkek, biraz yalnız, biraz komik, biraz hikaye, biraz gerçek.

15 Mayıs 2012 Salı

fortfolio oldu mu mamafolio




En son şuurumu bir köşeye bıraktığımda, bekar, sporcu yakışıklı bir sevgilisi olan, İstanbul’da senelerdir tek başına yaşayan, popüler parti kızı ve deli dolu dergi çalışanıydım. Şimdi baktığımda ilk tepkim, “bu göbek benim mi Allah’ım” oluyor. Göbekle kalsa iyi, onun içinde ötesi var; oynayan bir şeyler var! Onun da eli, kirpikleri, ayak tırnakları var; vücudumun demirini emiyor edepsiz ve her yemekten sonra kumun altındaki anaconda gibi kımıl kımıl hareket ediyor.

fortfolio sessizliğini bozdu ve dönüştü, mamafolio oldu.

XYZ KADIN'da yeni yazılarımı okuyabilirsiniz.

Sevgiler
mamafolio

3 Kasım 2011 Perşembe

tek derdi var herkesin.

Çok acaip şeyler oluyor hayatımda. 
Bir yazı yazdım... Hayatımda kimse yoktu. Bir sene önce burada yayınladım, Aşkolsun dedim. Çok kısa bir süre sonra En güzel an'dayım, dedim. Sonra arada bir sürü şey dedim. Güzel dedim, muhteşem dedim, lanet dedim, bok dedim. 
Sonra bir değişiklik olsun dedim, bunu yazdım. Yayınlamadan önce bal saçlı adamla büyük güzel bir değişime girdik. Ben yazıları yazıp yazıp sindirmeyi bekliyorum, o yüzden şimdi okuyacağın yazıyı yazalı baya oluyor. 
Yazının büyük bir büyüsü var tamam ama her yazılan gerçek mi oluyor?



"Herkesin tek bir derdi var. Sevilmek.
Uuuu çok inanılmaz ve bilinmeyen bir tespit yaptım, değil mi?
Yoo, hiç de değil. Herkesin bildiği ama bazen koşturmacadan unuttuğu bazen ısrarla reddettiği sıradan bir tespit.

Sadece takılmak isteyen de, tek gecelik peşinde koşan, duygusal olarak hasarlı olan da, tek amacı tik listesini kabartmak olan da, "artık bitti kendimi açmayacağım bir daha" diyen de, evlilik derdinde ya da para peşinde olan da...
Kadın da, erkek de. İstisnasız.

Onlara tek ama gerçek bir şey verin ve diğerlerinden nasıl da vazgeçtiğini göreceksiniz.
Gerçek bir sevginin yerine hiç bir şey geçemez. Kalbi onun kadar dolduran bir ısıtıcı sokakta satılmaz!

Sorun da burda zaten. Gerçeğini bulmak.
Sevmek daha iyidir, daha kesindir çünkü sevildiğinizden hiç bir zaman emin olamazsınız derler ya... Yalan o! Öyle bir olursunuz ki, öyle bir hissedersiniz ki onu.

Sırf midende kelebek uçurtan bir aşktan söz etmiyorum, heyecandır o. Önce yanıltır, sonra geçer.
Mutfakta beraber basit bir yemek yapmanın, en şık restaurant'ta yemek yemekten daha çok keyif verdiği bir sevgiden bahsediyorum.

Dostluğun seksle karıştığı bir sevgi.
Yalancıktan elele tutuşmak degil, laf olsun diye yanyana durmak değil, beraber hayal kurmak...
İhanetin özgürlük maskesi, sadakatin kölelik maskesi altına saklanmadığı bir şey bu.

İnsanın buna çok ihtiyacı var. Özellikle 25 yaşından sonra.
18 yaşına kadar ailen en önemli varlık. İlkokul, ortaokul, lise zamanı, hayatının merkezinde onların sevgisi var. Temeli sağlam kurarsan ne mutlu sana, sırtın kolay yere gelmiyor.
Üniversite zamanı, odak noktası; arkadaşların. Arkadaşlarını merkeze oturtup, temelden aldıklarını hayat üzerinde deneyimliyorsun. Onlarla gülüp, onlarla sarhoş oluyorsun, 7/24 o senin dünyan.
Üniversite bitince biraz serserilik, belki yurtdışı deneyimi sonrası kariyer karın ağrısı başlıyor. Üniversitede bir işin ucundan tutmuş olanlar şanslı, istediği yönü daha rahat seçiyor. Sonraki bir kaç yıl, işi öğrenme, yer edinme çabasıyla geçiyor.

Sonra hissediyorsun.
Eksikliği...
Çünkü çevrendeki herkes bir bir sevgilisinden bahsetmeye başlıyor. Seni onun için ekmeler bunu takip ediyor. Ya da eski üniversite grubu görüşmelerine, artı 1'ler katılmaya başlıyor. Belki en yakın arkadaşın çat diye evleniyor.
Bu noktada hayat, sevgiliye dönüyor. Çünkü bu noktaya gelince, sevginin odak noktası ailen ya da arkadaşların olamıyor. Ailen her zamanki yerinde köklüce duruyor, güç veriyor. Arkadaşların ise her ihtiyacında yanındalar ama gerçekten ihtiyacın varsa senin için programlarını bozuyor ya da seni mevcut programa dahil ediyorlar. İşin çok önemli ama sevgi odağı olması mümkün değil. Üstelik acınası.

Hayat yüzünü sevgiliye döndürüyor. Bugünü cennet yapmaksa senin elinde.
Artık kızkıza ya da sapsapa tatillere istediğin arkadaşını sürükleyemiyorsun (zaten hevesini de almış oluyorsun) çünkü o programını sevgilisiyle yapmış oluyor. Biraz terkedilmişlik hissi var, kabul. Sen o tatile ancak sevgilini elinden tutup katılabilirsin. Bu hiç bir zaman söylenmeyen sessiz kurallardan biri.

İşte tam bu noktada, hayatındakinin gerçekten sevdiğin biri olması çok önemli.
Onu bulduysan değerini bil.
Herkes sadece sevilmek istiyor.
Hem de çok.
Ama sevmeyene, sevip de özen göstermeyene, özveride bulunmayana sevgi yok.
Demedi deme!"

İnsan ne dilediğine, ne yazdığına dikkat etmeliymiş gerçekten (in a good way) Şimdi ben bu aralar biraz delirdim, taşınma, dönüşüm, değişim (ne mutlu bana) dört bir yanımda amayapılacaklar listemi görsen ağlarsın fortfolio okuru. O yüzden beni bir ay azat et. Sonra zaten hep yazıcam. Sözüm söz. 

29 Eylül 2011 Perşembe

geçen hafta bunu yazdım.

Sana da bazen oluyor mu?
Hani, herkes, herşey değişiyor, bir sen aynı kalıyorsun.
Yok tabii ki değişmeyen tek şey değişimdir, insanın günü gününe uymaz, evren değişir, sen deneyim kazanıp olgunlaşırsın bla bla... Ben başka bir şeyden bahsediyorum.
 Mesela; Mehmet evleniyor, Ömer iş değiştiriyor, Başak okul kazanıp Ankara'ya taşınıyor, Zeynep boşanıyor, Ceyda yemek şeklini değiştirip vejetaryan olarak on kilo veriyor, Ali yeni bir sevgiliye kalbinde yer açıyor, Müge yeni bir eve geçiyor, Serdar çocuk sahibi oluyor, Melis doğuruyor, Gökhan Madrid'e, Ulaş Hong Kong'a, Metin Montreal'e taşınıyor, Elif yeni bir iş bulmadığı halde sevmediği işten istifa ediyor, Ayşe nişanlanıyor, Özgün kaç yıllık sevgilisinden ayrılıyor, Öykü İstanbul'da çok başarılıyken herşeyi bırakıp Ege'de eski bir Rum evine yerleşiyor.  

Önemli değişimler geçiriyorlar. Kapılar kapatıp yenilerini açıyorlar. Bir daha asla aynı noktada olmayacaklarını bilerek, monoton ama güvenli olanı riske atarak adımlar atıyorlar. Yolun sonunu göremeden. Bazen sürüklenerek, bazen hür iradeyle. Belki çok pişman olacaklarından korkarak, belki pervasızca "ne olacaksa olsun" diyerek...
Değişim zordur. Güzel olsa bile zordur. Onlar cesaret ediyor. Ellerindekiyle yetinmiyorlar. Aza tamah etmiyorlar, "dur bakalım, hayırlısı" demiyorlar. Evet su akar, yolunu bulur ama onlar su yatağına yön vermeyi tercih ediyorlar. Yenileniyorlar. Kapanıp koza içinde kalmak yerine; kelebek olup gerekirse sadece bir gün yaşamayı tercih ediyorlar. Her biri içinden yeni bir renk çıkmasına izin veriyor. Zamana bırakmıyor, zamana direniyorlar. Belki önünde sonunda yine ne olacaksa olacak, belki herşey mutlaka olacağına varacak ama onlar deniyorlar. Cesurlar, söylemiş miydim?

Ve sen...
Sen onları izliyorsun. Başarılı ya da başarısız, mutlu ya da mutsuz, heyecanlı ya da depresif, çaresiz ya da keyifli oluşlarına izleyici oluyorsun. Ne olursa olsun, korkak olmayışlarına ve değişimlerine tanıklık ediyorsun. Yeniliğin korkutucu ama insanı çeken bir tarafı var. Gizemli çünkü.
Evet sen izleyici oluyorsun. Sen değişmiyorsun. Boyun eğiyorsun. Renklerini solduruyorsun.
Çocuk büyütme zorluklarını ve komikliklerini, Madrid'in gece hayatını, Hong Kong'un acaip taksicilerini, yeni iş yerindeki dedikoduları, ayrılıgın acı taraflarını, vejeteryanlığın kurallarını dinliyorsun. Evet izlemekten de beteri sadece dinliyorsun. Olduğun yerde sayıyorsun. Hatta geri gidiyorsun.
Şikayetçi olduğun bir şeyler var ama hareketsizsin, garanticisin, korkaksın.
Yazık sana!
Zamanın ve kendinin değerini bilmiyorsun. Hayırlısı neyse olsun'la hayat geçmez, farkında değilsin. Ancak şikayet edip cek cek konuşmayı biliyorsun.
Hırçınsın çünkü aslında kendine kızgınsın.
Hımbılsın. Kendini köreltiyorsun ve günlük koşturmaca içinde bunun bile ayırdına varamıyorsun.
Sıkılıyorsun ama kusura bakma buna mahkumsun. Kendi esaretinin bedelisin.
Sevdiğini kovalamıyorsun.
Hadi, şimdi kendine bir surpriz yap ve bir karar al!
Daha geç olmadan.

22 Eylül 2011 Perşembe

Haydi erkekler, Regl'e!


Tüm erkeklerin hayatlarında bir sefer regl olmasını istiyorum.
Gülmeyin, şaka değil.
Cidden istiyorum bunu. 


Onlar dayanıksızlar, öyle bizim gibi her ay depresyonuna, hassaslığına, şişkinliğine, kanamasına dayanamazlar. Ama sadece bir kere, üstelik aklı başında bir yaştayken olsun ve unutulmaz olsun istiyorum. Sünnet gibi! Gerçi erkeğin aklı başında yaşı var mıdır bilemedim şimdi, neyse 20'li yaşlarda, beklenmedik bir anda olsun ki, unutmasınlar. 

Böylece tüm o hormonsal kargaşayı yaşarken, bir de "onlara halam geliyor, regl'im, şişkinim, gerginim" açıklaması yapmak zorunda kalmayalım. Mesela en anlaşamadığım kadın bile, "pms'im" dediğimde; beni anlar, üstüme gelmez, extra özenli davranır.
Çünkü bilir ki ben kaynama noktasındayımdır. Bilir ki birazdan mevzu noksanlığı çekersem, dönüp götümle kavga edebilirim, "niye arkamdasın, neden beni takip ediyorsun" diye. Çok da normal gelir bana o anda. 

Ama erkek, her sefer, her ay anlamamaya, özenli olmamaya inat ediyor. Hatta dün söylüyorum, bugün unutuyor. Onun suçu değil, asla tecrübe etmemiş ki. Oysa bir kere olsa, tüm problem çözülecek, o da terslenmekten yırtacak! Çünkü boğazı ağrısa öldüğünü iddia eden, hastalıkvari şeyleri abartmaya bayılan erkekler, bu deneyimi asla unutmayacak ve pms olduğunu duyunca özenli davranacak. 
Düşünsene, o çok değerli pipinden kan geliyor. Sadece bununla kalsa iyi. Asıl dert zaten gelene kadar! Gelmesi için dua edecek raddeye getiriyor senin östrojenler. 

Sinirli oluyorsun. Canım diyene, Allah belanı versin diye bağırmak geliyor içinden. 

Ya da duygusal oluyorsun. "Sizin için çalışıyoruz" sloganıyla reklam veren materyalist banka reklamına bakıp, o bankayla çalışmadığın halde benim için çalışıyor çocuklar diyerek içli içli ağlıyorsun. Değil ki haberlere ya da dizilere tahammülün olsun. 

ama çok aç oluyorsun. Sanki midede bir koca kara delik, ne yesen sana dokunmadan aşağıya süzülüyor. Dünyaları yemek, durmayıp gezegenlere sulanmak istiyorsun. 

Önemli davetmiş, zayıf olman gereken bir elbise giyecekmişsin, bunların hiç bir önemi yok. Bir anda şişiyorsun. En az iki kilo su! Hadi kiloyla problemin yok diyelim, ellerin, ayakların, yüzün şişiyor, gıdın çıkıyor. 

Hassas oluyorsun. Gerçekten, en ufak bir lafa, bir bakışa, bir terslenmeye alınıyorsun ve o terslik dünyanın sonuymuş gibi hissediyorsun. Şımarıklıktan değil, öyle hissediyorsun. Elinde değil. 

Her ay bir adet ama beş taneye bedel büyüklükte bir sivilce gelip yerleşiyor bünyene. Alnında, burnunda, çenende ya da sırtında. Bakan, beş metreden regl olmak üzere olduğunu anlayabiliyor. Bir de acıyor ki sorma gitsin! 

Ödem olmasa da, sivilce basmasa da o günlerde en güzel, en yakışan kıyafetini giysen de güzel hissetmenin imkan ihtimali yok! Unut onu! Saçın bile şekil almıyor, hangi iyi hissetme? 

Tahammülsüz oluyorsun. Regl olmadan önceki ve olduktan sonraki iki gün, karantinaya falan kapatılmalısın. Suratsız, mutsuz, negatif. Lütfen kimse benimle konuşmasın! 

Belinde ve kasıklarında sızım sızım bir ağrı. Ne mide ağrısına benzer, ne başka bir şeye. Kimimizi hastanelik eder her ay, iğnesiz devam edemeyiz. Kimimizi öldürmez ama süründürür. 

Peki ya kıllara ne demeli? Regl olduğun anda, orman kaçkını gibi fışkırmaya başlar, kaşlardan bacaklara istisnasız uzanır! 

Orkidin poponu (kibarca söylüyorum) rahatsız etmesini, orkide ya da tampona verilen parayı mevzu bahis etmiyorum bile.   
 
Tek güzel yanı memelerin büyümesi ve dikleşmesidir. Ama onlar da öyle çok acır ki, üzerine bile yatamazsın. 

Bütün bunlarla uğraşırken, bir de zevzek bir erkeğin "yeaa muayyen gününde misin sen yeaa" demesi, ya da "aa niye gerginsin" demesi hatta hiç bir şey dememesi bile batıyor.
Kendim için istiyorsam namerdim.
Her ay kendini tekrarlayan bir durumu, problem olmaktan çıkarmak, kadın-erkek ilişkilerini bir nebze olsun hafifletmek istiyorum. Tüm erkeklerin bir tek kez, regl olmasını istiyorum.
Ayrıca yazıyı okuyan tüm kadınların benimle aynı düşünceleri paylaştığına kesinlikle eminim. Aynı anda bir dua etsek, kozmik bir dönüşüm olur mu acaba?

24 Ağustos 2011 Çarşamba

O eski halimden eser yok şimdi.


Çat diye bir mail düştü önüme.
Fotoğrafçı bir arkadaşım, kendi arşivini düzenlerken... editöre hiçbir zaman vermediği fotoğraflara rastlar. Beş sene önce, çok sıcak bir yaz günü, gıcık ötesi bir mimarla fotoğraf çekimi öncesi ışık denerken, iki arada bir derede çekilmiş üç-beş kare.
Karaköy’de, köprü üzerinde, keten elbiseli bir kız. 

İçimden ağlamak geldi.
Hüzünlü kareler diye mi, yoo hiç değil! Neşeli, sıradan, makyajsız, pozsuz… Dedim ya, her çekim öncesi rutin yapılan; ışığı ayarlamak için çekilen, normalde silinen, bu sefer makinede saklanmış üç beş kare.

Tüm koşturmaca, dertler, aranması gereken telefonlar, teslim edilmesi gereken yazılar içinde bir an durdum ve fotoğraflarıma baktım uzun uzun.
Farkettim bir değişiklik var, tam dile getiremedim. Saçlarımın şimdi kısa olması değil tek fark ya da üzerimdeki 3 kilo fazlası.

O zamanki kadar güzel değilim şimdi, o zamanki kadar saf, o zamanki kadar umutlu deilim... Öyle bakmıyorum artık fotoğraflara. O fotoğraflardan sonra çok içki içtim ben, çok hikaye dinledim, çok ağladım, çok hayalkırıklığı yaşadım.
Saçma ama çok kötü oldum fotoğraflara bakarken.

O fotoğraftaki kız, sanki benim özendiğim biri…
Ama asla tekrar olamayacağım biri.
Ulaşamayacağım biri gibi.
O, özgür kanatlarını kocaman açmış gökyüzünde süzülen kırlangıç gibi, ben kafeste böyle renkleri solmuş artık ötmeyen muhabbet kuşu gibi.

Yıllar önce; İzmir fuarının içindeki hayvanat bahçesinde kocaman, heybetli bir aslan görmüştüm. Parmaklıkların tam dibinde oturmuş ama arkasını dönmüştü. Yüzünü gelenlere göstermiyordu. Sinirlenmiyor, kükremiyordu. Dediler ki "artık sadece ölmeyecek kadar" yemek yiyormuş, küsmüş. Durdum önünde uzun süre, belki bir an döner bakar diye. Hişt pişt dedim. Bakmadı.

Evet; zaman, ilişkiler, içkiler, eklenen yağlar, derinleşen çizgiler, değişen evler, yaşananlar kirletiyor bizi.
Ben ki çok severim eski fotoğraflara bakmayı.
Ama o tazelik yok şimdi. O dirilik yok. Çok değil baktım çekildiği tarihe, beş yıl öncesi, yaşlanmış hissetmem mümkün değil. Ama eski ışıltı yok, eski enerji yok.
Sanki eski yüksek enerjimin kırıntısı var gibi...

Bir şey bekler gibi ama ne olduğunu bilmeden, aynı şeylerden şikayet ederek, yine ay sonu sıkışarak, sadece havanın sıcaklığının değişmesinin farkına vararak, aynı konuyu 5589. kez yazarak günleri ucu ucuna eklemek… 

Belki vakit gelmiştir. O yüzden fotoğraflar beş yıl sonra önüme düşmüştür. Belki vakit silkelenme vaktidir. Kış uykusunda uyanıp, gerinme vaktidir.
Uyanıp, gülümseyebilir miyim tasasız?

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...