fortfolio işte...

biraz şehir, biraz ilişki, biraz kadın, biraz erkek, biraz yalnız, biraz komik, biraz hikaye, biraz gerçek.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

O eski halimden eser yok şimdi.


Çat diye bir mail düştü önüme.
Fotoğrafçı bir arkadaşım, kendi arşivini düzenlerken... editöre hiçbir zaman vermediği fotoğraflara rastlar. Beş sene önce, çok sıcak bir yaz günü, gıcık ötesi bir mimarla fotoğraf çekimi öncesi ışık denerken, iki arada bir derede çekilmiş üç-beş kare.
Karaköy’de, köprü üzerinde, keten elbiseli bir kız. 

İçimden ağlamak geldi.
Hüzünlü kareler diye mi, yoo hiç değil! Neşeli, sıradan, makyajsız, pozsuz… Dedim ya, her çekim öncesi rutin yapılan; ışığı ayarlamak için çekilen, normalde silinen, bu sefer makinede saklanmış üç beş kare.

Tüm koşturmaca, dertler, aranması gereken telefonlar, teslim edilmesi gereken yazılar içinde bir an durdum ve fotoğraflarıma baktım uzun uzun.
Farkettim bir değişiklik var, tam dile getiremedim. Saçlarımın şimdi kısa olması değil tek fark ya da üzerimdeki 3 kilo fazlası.

O zamanki kadar güzel değilim şimdi, o zamanki kadar saf, o zamanki kadar umutlu deilim... Öyle bakmıyorum artık fotoğraflara. O fotoğraflardan sonra çok içki içtim ben, çok hikaye dinledim, çok ağladım, çok hayalkırıklığı yaşadım.
Saçma ama çok kötü oldum fotoğraflara bakarken.

O fotoğraftaki kız, sanki benim özendiğim biri…
Ama asla tekrar olamayacağım biri.
Ulaşamayacağım biri gibi.
O, özgür kanatlarını kocaman açmış gökyüzünde süzülen kırlangıç gibi, ben kafeste böyle renkleri solmuş artık ötmeyen muhabbet kuşu gibi.

Yıllar önce; İzmir fuarının içindeki hayvanat bahçesinde kocaman, heybetli bir aslan görmüştüm. Parmaklıkların tam dibinde oturmuş ama arkasını dönmüştü. Yüzünü gelenlere göstermiyordu. Sinirlenmiyor, kükremiyordu. Dediler ki "artık sadece ölmeyecek kadar" yemek yiyormuş, küsmüş. Durdum önünde uzun süre, belki bir an döner bakar diye. Hişt pişt dedim. Bakmadı.

Evet; zaman, ilişkiler, içkiler, eklenen yağlar, derinleşen çizgiler, değişen evler, yaşananlar kirletiyor bizi.
Ben ki çok severim eski fotoğraflara bakmayı.
Ama o tazelik yok şimdi. O dirilik yok. Çok değil baktım çekildiği tarihe, beş yıl öncesi, yaşlanmış hissetmem mümkün değil. Ama eski ışıltı yok, eski enerji yok.
Sanki eski yüksek enerjimin kırıntısı var gibi...

Bir şey bekler gibi ama ne olduğunu bilmeden, aynı şeylerden şikayet ederek, yine ay sonu sıkışarak, sadece havanın sıcaklığının değişmesinin farkına vararak, aynı konuyu 5589. kez yazarak günleri ucu ucuna eklemek… 

Belki vakit gelmiştir. O yüzden fotoğraflar beş yıl sonra önüme düşmüştür. Belki vakit silkelenme vaktidir. Kış uykusunda uyanıp, gerinme vaktidir.
Uyanıp, gülümseyebilir miyim tasasız?

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Diyemedim.


foto: Burak Teoman

Diyecektim ki mutluluk, ilişki taktikleri, diyecektim ki yeni sezon umutları...
Güzel şeylerden bahsedecektim bugün. Tasarım harikalarından bahsedecektim. Mutlu azınlık uğraşlarından...
Hayat zaten yeterince zor; yeterince olumsuzluk üzerine. Ben hayatı hafifletecektim. Senin için. Bir nebze olsun, bir paragraf olsun. 

Olmadı.
Boğazıma geldi bir düğüm oturdu.
17 ağustos'u suçlamayacağım. O sadece bir tarih. Suçlanacak başka merciiler var.
99 depreminden sonra, daha büyük bir deprem gerçekleşeceği neredeyse kesinleşmişken; ne kadar altyapı güçlendirilmesi yapıldı? Pardon iki değil, on iki yıl geçti.
Hepimizin diline pelesenk olan isim Veli Göçer, yedi yılda serbest kaldı diye tepki bile gösteremiyorum çünkü çürük konutlarla cinayet işleyen 1200 müteahit yargılanmamış bile.
Bugün 8 şehit haberini okuyunca, dönüp de size mutluluk formülleri yazamadım.
Bize hep uzak ya onlar; isimleri şehit 1, şehit 2, şehit 3.
Sadece öldükleri gün "vah vah" dediğimiz, yalancıktan değil belki samimiyetle ama bir anlık üzüldüğümüz isimsiz insanlar. Sevdiği olan, annesi olan, en sevdiği yemek köfte-makarna olan, belki haftada bir tek rakı atan, arkadaşlarıyla makara yapmayı seven genç erkekler. Şehit deyince bu özelliklerini unutuyor muyuz acaba? Onlar, kendi seçimleri bile olmadan bu toprakta doğdukları için, bu toprak uğruna can vermeye mecbur mu? Toprak savaşı bile değil ki artık bu...
Akp yönetimi süresince 829 şehit vermişiz. "Başa gelen herkes kadar onlar da çalıyor ama bu adamlar çalışıyorlar da yani" demesin kimse lütfen.
Umut yok.
Kusura bakma ama yok.
Şort giyen sporcunun taciz edildiği, Asmalımescit'teki masaların kaldırıldığı, aman diyim yürürken iki güzel tıngırtı duyarız diye sokak müzisyenlerinin yasaklandığı, kadının evde şiddet dışarda taciz gördüğü, maaş alamayan doktorların, tayin alamayan öğretmenlerin sesine kulak verilmediği, sanata ve spora zerre önem gösterilmeyen bir ülkede umut yok.
Demokratik olma adı altında intikam peşindekilerin yaşattıkları kalbimi sıkıştırıyor.
İçim üzülüyor.
Gerçekten.
Ama biliyorum ki birazdan geçer, Starbucks'tan bir kahve eşliğinde dedikodu yapmaya başlarım.
Çünkü biz ancak carcar konuşuruz.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

süzME yoğurt

foto:Burak Teoman

Elele yürüyen sevgililer bir an göz göze geldiler.
Hafif bir rüzgar esti aralarından, sanki yetişecekleri bir yer yokmuşcasına adımları yavaşladı. 
Kadın, "yakışıyoruz biz ya" diye düşünürken; erkek "akşamki basket maçı 8 mi 9 mu acaba?" diye aklından geçirdi. Art niyetsiz. Yaradılış böyleydi. Gülümsediler.
Dar bir sokaktan geçip kalabalık bir meydana çıktılar. Adamın gözleri bir yere takıldı.
Takıldı, takıldı, takıldı...
Baştan aşağı süzdü, gözleri aklından geçenleri belli etmedi ama sevgilisi gibi, gözlerinin takıldığı kadın da kendisini süzdüğünü biliyordu.
Süzmek mi, kesmek mi, bakmak mı, öküz mü artık ne denirse...
Diğer kadın sırtını dikleştirip salındı. Bir an için kadınlar gözgöze geldi, geçip giderken kendinden emin bir şekilde çok hafif gülümsedi. Sevgili olup eli tutulan kadının ise yavaşça yüzü asılmaya başladı.
Hep böyle değil mi zaten, bir kadın gülerken beriki ağlar.

Adam, sevdiği kadına dönüp de gözlerinin, gözlerini takip ettiğini farkedince hızla düşünmeye başladı.
-hoppala, gene çaktı! Bu da sürekli benim nereye baktığıma mı bakıyor nedir? Şimdi gene sarkıtcak suratı, hiç çekilmez. Gözlerime de mi tapu koydun kızım! O değil de o ne biçim memeydi hehe!
- of allaaam, öküzüme bak yaa... Hiç bir şey olmamış gibi davranıyor, aklınca zaman kazanıyor ama bariz çılgınca kesti karıyı. O da bir şeye benzese, inek gibi açmış teşhirci! Hay allahım bunun gözü hep mi dışarda olacak?

Bundan sonrası senaryo belli; ya içe dönülür susulur bir süre sıkıcı bir şekilde, ya kadın arıza çıkartır, ya da adam işi pişkinliğe vurur! Nedir yani ne olacak baktıysam...
bu foto cuk oturdu :)

Peki nedir yani hakkaten, kadın niye bu kadar takar bu saniyelik olaya?
Hemen açıklayalım efendim.
Diğer kadının daha güzel olması ya da olmaması mevzu bahis değil! Onu kıskanacak kadar sığ değilim! Bak geldi geçti bile yanımızdan. Sonuçta adam benim elimi tutuyor farkındayım. İstemese tutmazdı onu da biliyorum, kelepçelemedik ya... Ancak gel gör ki benim elimi tutarken başkalarını kesmesine sinirleniyorum.

Bir, bunu küçük düşürücü buluyorum. Ben baksam aynı şekilde adamlara, olay çıkartır. Kendini bir görse o sırada, sırtlan gibi itici! Ya da ben mememi o kadar açınca bir araba laf ediyor! Neden çünkü biliyor diğerlerinin düşüncelerini.

İki, nasıl ki erkek erkeği biliyorsa; kadın da kadını biliyor. O bir saniyelik bakışa maruz kalmak, sinirini erkeğin başkasına bakmasından daha çok bozuyor. Neden o ne idüğü belirsiz kadın beni küçümsesin, "hahayt yanında sevgili var ama ben o kadar güzelim ki gözleriyle beni yedi" desin?

Üç, sanki bana elinde sevgilisi olan erkekler hiç bakmıyor mu? Ben ne düşünüyorum o arada? "gerzek herif!" diyorum, ilgimi bile çekmiyor. Neden benim "sevgilim dediğim adam" herkes gibi olsun?
Mehmet Gürs, Mehmet Günsur gibi erkekler neden o kadar çekici biliyor musunuz? Hayır biri Türkiye'nin en yetenekli şefi ve acaip yakışıklı, beriki hem süper bir aktör hem de eriten bir gülüşe sahip diye değil. Onun da payı yok değil şimdi ama ikisi de "bir daha dünyaya gelsem yine sevgilime aşık olurdum, bir kadını derinlemesine tanımak tüm kadınları tanımaktan daha özel" demeçleri verdikleri için... Dönüp de bir başkasını süzmedikleri için!

Ben bakmıyor muyum peki yanımdan geçen yakışıklı erkeklere ya da taş gibi kadınlara? Bal gibi de bakıyorum. Hatta ben göstermiyor muyum "ne güzel kadın" diye...
Peki benim yanımdaki erkek niye rahatsız olmuyor bundan? Onu da o düşünsün artık!

Daha güzel, daha çıtır, daha dekolteli, daha seksi kadınlar hep olacak!
Erkekler hep bakacak, kadınlar çaktırsa da çaktırmasa da bozulacak!
İşin sırrı sevdiğini rencide etmemekte...
Bilmem anlatabildim mi? 

p.s. Bir de yanında sevgilisi olduğu halde adama fingirdeyen kadınlar var. 
Onlar da başka bir vaka-i vakvakiye!
 
fortfolio'yu facebook'tan takip ediyor musunuz? 

4 Ağustos 2011 Perşembe

Zaman zamanı


Nadas zamanı, tatil zamanı, susma zamanı, sevişme zamanı, sabretme zamanı, dinlenme zamanı...
Benim inancımda bu. Zaman.
Zamanın gücüne ve doğru zamanlamaya inanırım.
Unutturur, hafifletir, pekiştirir, vazgeçtirir, gülümsetir. Nakittir, pırlantadır, asla geri gelmez.
Ona paha biçilemez!

Şimdi yazma zamanı.
Çok sustum değil mi?
Umudu kestin değil mi?
fortfolio mu tek derdim Allah aşkına?
Ölümden döndüm geldim, şaşırdım pamuk ipliğine bağlılardan biri de benmişim. Herkes gibi herkesmişim. Bende mi Brutus?
Hani hiç bize dokunmaz ya, hani hep başkalarının başına gelir hastalıklar, bir tanıdık diye anlatırız. Bu sefer de bir tanıdık, bana biraz fazla yakın!

fortfolio'nun suskunluğu blog yasaklarıyla başladı önce, tam bitti derken bir küçük salata mikrobu yüzünden karaciğerimin 3/4'ünü kaybederek bir hafta hastane, iki ay İzmir'de anane kucağında mecburi dinlenme... Sonrada sudan çıkmış balıkla yeniden ve istemeden İstanbul'a ayak uydurma çabaları...
Yazmak başka şeye benzemiyor, hem kolay hem çok zor; sen ilham de istersen ya da motivasyon, ben heves diyorum; o bir kere kaçtı mı zor geri geliyor.
Sokak sürpüntüsü gezenti hevesim "hastayım, unuttum yazmayı, aman zaten çabuk yoruluyorum, dur tatil yapalım" diye diye oyalandı durdu.

Ama şimdi yazma zamanı...
Dökülecekler birikti... Beynimin ruhuma sadık bir köşesi, diğer büyük ve tembel tarafa inat hep düşündü, hep küçük notlar aldı, hep ama hep okudu...

Şimdi yazma zamanı...
Çünkü ben yazmayınca sığ biri oluyorum. Abuk subuk ya da mantıklı, tek yönlü ya da beş taraflı farketmez, mutlaka yazmalıyım. Ama yazmadıkça yazamıyor, yazmadıkça kuruyorum. 

Hikayelerim olmayınca uyuz bir bitkiye dönüşüyorum. Çiçeksiz, renksiz, zamansız biten, kokusuz, tatsız.
Hem ben yazmadıkça düşünmüyorum da... Gerçekten!
Yazmadıkça unutuyor, yazmadıkça anlamıyorum. Yazmadıkça biraz salağım.
Ne yapalım bende kendimi böyle ifade ediyorum.
Harika yazdığımdan değil, yazmadıkça eksik olduğumdan geri geldim. Yazmadıkça huzursuz, yazmadıkça yüzeysel...

Ha tabii yeniden yazmaya başlayıp yayınlamamayı da tercih ederdim de... Onu da arkadaşlarım kadar hiç tanımadığım takipçilerin ısrarla yazıları beklemesinin ve beni tartaklamasının verdiği heves/mutluluğa bağlayalım.
Hala mesaj ve yorum alıyorsam benden umudu kesmemişsin demektir.
Hatta o yüzden aylar sonraki ilk yazımı da bana destek olmak adına (facebook-twitter-mail-friendfeed allah ne verdiyse) paylaşacaksın demektir :)

Şimdi yazma zamanı ama bu ayrılık beni biraz değiştirdi. (her ayrılıkta öyle olmaz mı)
fortfolio artık haftada bir yayınlanacak çünkü yazarı zaman içinde başka sürprizlere gebe.
Hem fortfolio artık daha interaktif olcak, sizin isteklerinizi ve taleplerinize daha dönük olacak. fortfolio@gmail.com parmaklarınızın klavyeye vurmasını bekliyor. Canınız ne isterse yazmak, fikir paylaşmak, yazı konusu vermek ya da dertleşmek için...

P.S: offf en zoru ilk yazıyı yazmak, bu açıklamayı yapmaktı. Bunu yapmamak için bir kaç hafta erteledim yeniden başlamayı. Bayat ve yedek yazılarım da yok hadi bana yardım edin, destek olun.
Hoşbuldum vallahi!


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...