fortfolio işte...

biraz şehir, biraz ilişki, biraz kadın, biraz erkek, biraz yalnız, biraz komik, biraz hikaye, biraz gerçek.

29 Aralık 2010 Çarşamba

Aşk Sponsoru: Güzel, gerçek ve hür!


Adım Marie ya da Claire değil ama ben O’yum! O'nlardan biriyim. Güzel, gerçek ve hür. 
Şehirli, yalnız yaşayan, kariyerine önem veren, renkli bir iş hayatı olan, alışverişe özellikle ayakkabıya tonla para dökme potansiyeline sahip, arkadaşlarıyla aile kuran, spora giden, uzakta yaşayan ailesiyle sırlarını paylaşan, hırslı, yaprak sarmadan sashimiye uzanan yelpazede yemek yapan, konserlerde tepinen, hayal kuran, hedeflerine adım adım yaklaşan, belli bir müzik ve film zevki olan genç bir kadın. Duygusal, komik, saçma, trajik, ilginç ilişkiler yaşayan demeyi unutmamalı! 
Hani 20 sene önce Marie Claire’in Türkiye’ye ilk geldiğinde empoze etmeye çalıştığı kadın tipi; benim.
O zamanki en modern genç kadınlara bile Marie Claire, Cosmo gibi dergilerin, tek gecelik ya da aktivite ilişkisi tanımları, evlenmeden yalnız yaşayan ya da evlense bile maddi gücüne sahip çıkan kadın tipini tarif etmeleri garip gelirmiş.
Bugün ise ben ve benim gibiler, kimi zaman o dergilerdeki uçuk yazıların hafif kaldığı hikayeler biriktiriyoruz. 
Zaman değişti ve sevsek de sevmesek de kadın, erkek, iş hayatı, ilişkiler de zamanla birlikte... 
Bu girizgahı yaptıktan sonra müjdemi verebilirim sevgili fortfolio okuru! 2011 ile beraber, yeni ve farklı yazılarıma Marie Claire dergisinden de ulaşabilirsin! 
Sayfalarda Şafak Ünal: Aşk Sponsoru’nu ara! Bulduğunda gülümse, doğru sayfadasın!

En çok emek harcadığımız şey aşk değil mi? Zaman ve emek, paradan çok daha değerli ve dönüşü olmayan şeyler... E bu blogu okuduğunuza göre biliyorsunuz, ben de aşka inanan ve bu konu hakkında kafa yoran biriyim üstelik modern zamanlarda daha da çok emek ve zamana ihtiyacı olan bir olgu olduğunu düşünüyorum. 
Yazılarım da bu minvalde, aşka değen konularda gezineceği için, okuyucular için sponsorluk yapmaya karar verdim. Bence çok eğleneceğiz!   
Ocak sayısında, evli ama açık ilişki yaşayan, sevgilileri olan bir çiftin hikayesini okuyacaksın! E hadi bayinizden isteyin! 
Yanında Marie Claire Maison da alırsan, tabii ki en sevdiğim sen olursun =) 

Yorumlarını, konu önerilerini, fikirlerini lütfen benimle paylaş!

26 Aralık 2010 Pazar

Mutsuzluk yatakta belli olur!


Yatarken değil kalkarken anlarsın mutsuzluğunu... Hani kalkman gerekir, mecburiyetler sıkıştırır ama sen yatağa kazınmışsındır. Karanlığa kalkmak, güne başlamak, mecburiyetleri yerine getirmek, saatleri ucu ucuna eklemek mi? Daha neler? Bir tek dileğim var, yorganı başıma çekmek!

“Uzun vadede mutlu olmak için” diye bi laf var ya... Gıcığım ben o lafa! Uzun vadede yaşayacak mıyız? Kime göre, neye göre uzun? Bir de gerçek bir laf ya, ondan gıcığım galiba.

İlişki iki kişilik değilmiş. Başlangıcı iki, gelişim iki, sonuç tek kişilikmiş. Tek kişi bir ilişkiye başlayamazken, aynı tek kişi bitirebiliyormuş. Sonuçta yine tek kişi kalıyormuşsun.

Çağrılmadan hayatımıza pat diye giren aşkı doğal; beklenmedik bir anda çıkmasını ise acı bulmak ne saçma. Nasreddin hoca'nın “kazanın doğurduğuna inanıyorsun da öldüğüne inanmıyorsun” fıkrası kadar saçma.

Tüm ilişkiler acaipleşti. Kadın, erkek, eşcinsel farketmez. İliş'meye karar veren kimse, bir diğerinin ne dediğini anlamıyor! Acaba egolarımız, kulaklarımızı da mı tıkadı? 

Yoksa ağzımızdan çıkanı, düşünme yetisini yolda bir yerde terk mi ettik? Harcamak kolay mı? Bize zor olan güzeldir diye öğretilmedi mi?

"İlişki istemiyorum" demek, büyük yalan. Seni istemiyorum, desene! Nolur böyle de! Madem gidiyorsun bari tuz dökme, tentürdiyotla sil de git yarayı. 

Neye göre seviyoruz birini? İlk sevdiğimizi hissetme anı nedir? Yoksa ondaki kendi suretimizi mi seviyoruz? Kendi kahkahamız, kendi orgazm anımız, kendi saçımızı savuruşumuz... 
Kendi kendi kendi... Şeker bile değil artık!

Peki neye göre artık sevmediğimize karar veriyoruz?Suretimiz çirkinleşiyor mu yoksa aslı mı çıkıyor gün yüzüne?

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken... İnsanlar önce birbirini beğenir, sonra severmiş, sonra sevişirmiş. Bugün önce sevişiyor, sonra o kişiyi sevmeye çalışıyoruz. Ne acayip değil mi? Dünyanın altı üstüne döndü. Yoksa libidolarımızın kurbanı mı olduk?
Yalnızken bir ilişki arıyoruz, ilişkinin içindeyken yalnızlığımızı özlüyoruz, ne bok istediğimizi bilmiyoruz! Bu arada ilişki falan aramak ne demek? Kız kurusu Sıdıka'nın evde oturup koca beklemesi kadar yalan! 

Birine iliş'mek istersen, adı X olsun Y olsun... O zaman sana inanırım! 

22 Aralık 2010 Çarşamba

Yoksa Siz Hala?

foto: Koray Erkaya


Eylül sonunda yeniden açılan Pera Palas'ı hala görmediniz mi?  Gidip Orient Bar'da bir kadeh şarabın,
Patisserie de Pera’da bir dilim Fransız pastasının tadına bakmadınız mı? 
Tamam, madem gitmediniz, şimdi beni dinleyin, biraz bilgiyle iştahınızı kabartma niyetindeyim! 
Sizi düşünüyorum çünkü 2011'de burası, kesinlikle şehrin çekim merkezlerinden biri olacak! 

I. Dünya Savaşı, İstanbul’un işgali, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet’in ilanı ve II. Dünya Savaşı gibi birçok tarihi olayın sessiz ve vakur tanığı olan ve Galata’dan Haliç’e, Eyüp sırtlarından Tepebaşı’na uzanan manzaraya sahip Pera Palace Hotel, açılışının üstünden yüz yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen büyüsünü koruyor. Otel, özenle seçilmiş “Beyaz Carrara” mermerleri, seçkin “Murano” camından üretilen ihtişamlı avizeleri, tümü el dokuması Uşak halıları ve orijinal antika mobilyalarıyla 19. yüzyılın asaletini yansıtıyor.
  
Dünyaca ünlü Orient Express, 1888 yılında Paris-İstanbul seferlerine başladığında, İstanbul’da Orient Express yolcularının alışkın oldukları yüksek standartları sunabilecek bir otel yokmuş. Bu boşluğu, kısa süre sonra kuruluş çalışmalarına 1892 yılında başlanan, 1895’te ise açılış balosu yapılan Pera Palace Hotel doldurmuş. Otel için Haliç’in muhteşem manzarasına hakim, kültürel faaliyetleri ve sosyal aktiviteleri nedeniyle ‘Küçük Avrupa’ olarak bilinen Pera’nın Tepebaşı bölgesi özellikle seçilmiş.

Otel, şehrin en ihtişamlı yapılarından biri olarak açıldığında, birçok ilkleri de İstanbul’la buluşturmuş. Kentte Osmanlı sarayları dışında elektriğin verildiği, ilk elektrikli asansörün ve akar sıcak suyun bulunduğu bina sıfatlarına sahip olması önemli tarihi detaylar arasında… 

Pera Palace Hotel, İstanbullu bir Levanten olan Alexander Vallaury tarafından tasarlanmış. Osmanlı Bankası ve İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin de mimarı olan Vaullary, İstanbul’da günümüze kadar gelen güzel binalara imza atmış. Art Nouveau, Neo-Klasik ve Oryantalist mimari tarzları bir arada kullandığı Pera Palace Hotel, 19. yüzyıl sonu İstanbul mimarisinin tipik bir örneği. 

Otelin en ünlü müdavimlerinden biri Agatha Christie. Dünyaca ünlü polisiye roman yazarının hayatında kimsenin bilmediği kayıp 11 günün sırrının, 1934 yılında yayımlanan “Doğu Ekspresi’nde Cinayet” romanını tasarladığı Pera Palace Hotel’de olduğu söylenir.

Yenileme çalışmaları iki boyutta yürütülmüş, bir yandan binanın mimari özellikleri vurgulanıp özgün karakteriyle uyumlu çağdaş öğeler eklenirken, diğer yandan da otelin uluslararası standartlarda bir işletme olması için gereken teknik altyapı oluşturulmuş. Restorasyon çalışmalarında tarihi asansör de tüm teknik altyapısı yenilenerek korunmuş ve Kubbeli Salon’un üzerinde bulunan, önceki yıllarda havalandırma amaçlı kullanılan altı kubbenin üzerindeki cam tavan, orta boşluktan tüm lobi katının doğrudan güneş ışığı almasını sağlanmış.

Tamam mı? İştah kabardı mı? Şimdi, kalmaya mı gidersiniz, ana restoranı Agahta'da
Şef J.W Maximilian Thomae'nin Orient Express’in güzergahındaki en önemli durakları olan Paris, Venedik ve İstanbul’dan hareketle, klasik Türk malzemelerini uluslararası tekniklerle buluşturan lezzetleri mi tadarsınız bilemem. 

Ama bir içki için Orient Bar'a uğradığınızda, telefon ederseniz, katılabilirim. Belki.  

19 Aralık 2010 Pazar

Avut-sana beni!


 Şimdi hiç bir laf avutmaz seni. 

“Canım” diyene canın çıksın demek adettendir. “Güzel” diyene, iyi de ne işime yarar... “Akıl” diyene gel popoma takıl... “Diğer seçenekleri unutma, teslimiyet yok” diyene ise... Hıhlarsın sadece bol ünlemlisinden ve “kimse beni anlamıyor” gülümsemesi dudaklarına yapışır.
Diğer seçenek derken? Ben tümünü tek koşula indirdim bile!

Hiç bir laf avutmaz seni, sevgiliden gelmedikçe...

Bir yandan da sonsuz bir umut ararsın başkalarının “olucak bence” laflarında, açılan kahve fallarında...
Ondan gelecek cümleleri hayal edersin. Aynı cümleleri bir başkası söylese, gözlerini devirerek kaçar ya da sahte kahkahaları atarsın, o söylese midene kramplar girer.

Derin bir tek ona incelmiştir, sadece onu derinine almak istersin. Yarını düşünmeden! Yarını düşünmezken kendini on yıl sonrasını hayal ederken bulursun. 

Evrene kötü düşünce göndermeyeceğim diye düşüne düşüne kendini hasta edersin. 
Karnın ağrır, migrenin tutar, çenen sıkışır, sesin kısılır. Beyninin en saklı kıvrımına, tüm kötü fikirleri saklarsın. Hani arkadaşlarının bile sana söylemeye cesaret edemediği kadar çıplak olanları... Arada açıp bakarsın, ya beni istemiyorsalar, beni unuttular, başkasına aşıksalar saçılır ortaya...
Neyse ki küçük bir umut gelir, bir anlık güzel bir hatıra ya da güzel bir söz, derin bir nefes alır, pandoranın kutusunu kapatırsın.
Telefon her çalışında ya oysa dersin... Lanet olsun bu kız niye arıyor şimdi beni?

Her ona benzeyen adam gördüğünde kalbin sıkışır. Zavallı kalbin... Neler çekti senin eserekliğin yüzünden...
Onun olduğu sokaklarda gezmek istersin. Sadece o online mı diye bakmak için facebook’u açarsın. Facebook olmazsa belki twitter'a bir şeyler yazmıştır analiz etmen için, sonra msn’e bakarsın. 
O yoksa durmanın da bir anlamı yok, hemen çevrimdışı!

Evet, belki de asıl kelime bu! Çevrimdışısındır. Onun dışında her şeye...  
Saatler geçmek bilmez, her konuşandan sıkılırsın. Canın ne içki ister, ne yemek, ne uyumak ister ne uyanmak... Onsuz bir güne başlamak sadece boktandır.

Ama belki akşama arar. Aramazsa ertesi gün var. Pandora’nın kutusunda bir tek umut kaldı. 

15 Aralık 2010 Çarşamba

Umut-suzsunuz! Yoksa umutlu musunuz?

Bazen büyük bir umutsuzluk bulutunun içine girip, bağdaş kurup oturuyorum. Evet benim kocaman, koyu gri renkte bir umutsuzluk bulutum var. Beni, hatta kötü fikirlerimi içine alacak kadar büyük. Öne arkaya sallanarak kuzu kuzu oturuyorum içinde, asık, düşünceli ve soru işaretli bir ifade de benimle birlikte…
O bulutun içinde tüm kötü düşüncelerim, sevilmeme, gelecek korkularım, sevdiklerimi kaybetme endişem, hatta çirkinleşme korkum bile var. 

Yine girdim koyu gri bulutuma ve düşündüm.
Yo dostum yo, benim evlenmek gibi bir derdim yok. Hatta beni ölümüne korkutan bir durum bu. Sürekli aynı adamla yaşamak, aynı adamla sevişmek, sabah onunla uyanmak beni korkutuyor. Zaman geliyor kendimden sıkılıyorum, bir başkası olmak istiyorum, elin adamından nasıl sıkılmayayım?
O elin adamı benim gece mavisi salon duvarlarıma laf edecek, bayrak kırmızısı mutfağımı sevmeyecek ve beni bej renkli bir kadın yapacak gibi geliyor. (Kan çıkar o ayrı!) 

Her akşam benden yemek bekleyecek, tost yapınca surat asacak gibi geliyor. Arkadaşlarımla iki saat telefonda dedikodu yapmamı gereksiz bulacak ve dırdır edecek gibi geliyor.

Sevmediğim bir filmi zorla izletecek, istemediğim bir davete sürükleyecek gibi geliyor.

Kız kıza gece dışarı çıkmalarımı anlamayacak ve kızacak gibi geliyor. Bak anlaşalım sen de istediğin gibi çık, eğlen, playstation oyna ne bileyim bira içip ayı vurmaya gidin ama bana karışma diyesim geliyor.

Sonra her şeyden önce düğün dernek telaşı çok sıkıcı geliyor, ona harcanan parayla ne biçim tatil yapılır, yeni ülkeler görülür diye düşünüyorum. (Bir gecede elalem eğlensin diye harcayacağım parayla bir ay gezer, dünya turu yaparım. Yaparız.)

26 yaşındayım ya, bu aralar bir sürü arkadaşım evleniyor, altınımı alıp gidiyor, başkasının düğünü diye gayet de göbek atıp, eğleniyorum. Ama düğünden bir süre sonra, o çifti düşündüğümde “yazıııık sıkılıyorlardır şimdi evde” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Sanki ben evde hiç sıkılmıyorum!
Kızı salonda ütü masasını kurmuş adamın gömleklerini ütülerken, adamı da televizyon karşısında bira içip çerez yerken hayal ediyorum. Manyak mıyım ben? Sanki benim hiç boş geçen gecem yok!

Niye benim de normal hayallerim yok? Neden o çok pahalı düğün salonunda adamın ayağına bastığım sahneyi hayal etmiyorum? Neden gizliden gizliye bir gelinlik modelini belleğimde tutmuyorum? Neden nikah sahnelerini izlerken “iyi hoş da evliliklerin %50’si boşanmayla sonuçlanıyor, o n’oolcak?” diyesim geliyor. Karamsar mıyım ben?

Bir dakika… Ben buluta nasıl girdiğimden bahsedecektim, nereden geldik bir belediyenin ilişkimi onaylama konusuna?
Buluta girdim çünkü ben istediğim gibi bir aşk bulamamaktan, bulunca devam ettirememekten korkuyorum. Sevilmek ve sevmek eylemlerini aynı anda gerçekleştirememekten korkuyorum. Düzgün adam yok, bu da çöpe diye diye günlerimi gecelerimi harcamaktan korkuyorum. 

Yalnız kalmak değil derdim… Herkesin her koşulda yalnız olduğuna inanıyorum öte yandan harika insanlarla çevrili dünyamda hiç de yalnız hissetmiyorum.

Şimdi bu yazıyı bağlamak, çarpıcı bir final paragraf yazmak lazım, öyle değil mi? Kendimden bunu beklediğim için delirmiş olmalıyım.
Ben soru işaretlerimi bağlayamıyorum daha! 

12 Aralık 2010 Pazar

Kadının bekarı, erkeğin eşlisi makbuldür!



Kadın bekar iken, erkek eşli iken (sevgili ya da evli farketmez) daha çekici oluyor. Çevresine, arkadaşlarına, flört seçeneklerine hatta ailesine bile daha makbul. 
Farklılıklar tabii ki olacak ama bu da neyin nesi demeyin, ne de olsa biri Mars’tan, öteki Venüs’ten... Çekim yasası nasıl mı çalışıyor? Gelin, anlatayım. 
 Kadın, bekar iken, sevgilisi, kocası, flörtü, heyecanı yok iken daha özel bir hale bürünüyor. Öyle, nasılsa sevgilim var kafası yaşamıyor, bakımsız olmuyor, kilosuna, makyajına özen gösteriyor.

Kendini sevgiliye, evde onunla geçen zamanlara adamıyor. Böylece arkadaşlarına daha çok zaman ayırıyor, evde onlara yemekler yapıyor, sürprizlerini onlara saklıyor. 

Enerjisi bitmiyor, ne de olsa seks yapamıyor, kendini aktivitelere adıyor. Spora gidiyor, kurslara yazılıyor, dışarı çıkıyor, sosyalleşiyor. Sıradan erkek arkadaşlarının dışarı çıkarken damı ya da dert ortağı, kız kıza gecelerin ise yıldızı oluyor. Üstelik kapısı her gece 3’te çalınabilir oluyor, en fazla yalnız uyuduğu yataktan kaldırmış olursun. 

Enerjisi bitmiyor, işine odaklanıyor. Neyi nasıl yaparım, nasıl daha çok para kazanırım, kariyer hedeflerime kaç senede ulaşırım yolculuklarına çıkıyor.
Yolculuk demişken, bir bekar kız arkadaşını daha peşine takıyor-etrafta ondan bol ne var- yurtiçi/yurtdışı seyahatler planlıyor. Yeni yerler, yeni kültürlerle beynini zenginleştiriyor. 

Ailesine daha çok vakit ayırıyor, bayramlarda sevgili kolunda yurtdışı gezmelere gitmek yerine baba arabasında akraba ziyaretine gidiyor. 

Umutlu oluyor, sevgili dertleri yaşamıyor, sıkıntıyla bezmiyor ama aşka inanmaya devam ediyor.
Deniyor. Denedikçe biriken komik flört anıları ve karikatürize edilmiş eski sevgili hikayeleriyle arkadaş sohbetlerinde başrole oturuyor. 

Söylemeye gerek var mı tabii ki potansiyel erkekler için daha çekici bir flört oluyor. Erkek, sevgilisi olan kadını (ona çok aşık değilse) ayırmaya çalışmaz kardeşim! Diğer erkeğe saygısından, belki biraz korkusundan, belki uğraşmaya takati olmadığından...
Kadın, bekar ise, potansiyel erkek ona her istediği muameleyi yapma hakkını kendinde görüyor, yazabilir, bırakabilir, çıkabilir, yatabilir, sevebilir...

 Erkek ise eğer bekar değilse, bir beraberliği var ise daha özel bir hal alıyor.
Şöyle başlayalım, siz hiç baş başa tiyatroya giden iki erkek arkadaş gördünüz mü? Erkeği bir başka boyuta taşıyan hayatındaki kadın oluyor tam bu noktada. Erkek, kadınını memnun etmek için operaya, baleye, sergiye giderken aslında kendisi besleniyor. Yeni yemekler tadıyor, farklı geziler yapıyor.

Ailesine daha yakın oluyor, vefasız erkek çocuğundan sevgilisi kolunda ziyarete giden evin oğluna dönüşüyor.

Sıradan kız arkadaşları için, yanlış anlaşma olmadan sırdaş oluyor. “Seni özledim arkadaşım” lafını daha sık duyuyor.

Sevgilisi olan adam kendine daha çok bakıyor, sporuna dikkat ederken, eşinin yaptığı sağlıklı yemeklerle rejimini destekleme şansı buluyor. Pizza siparişi vermek yerine, ızgara tavuk yiyor.

Sevdiği olan erkeğin kalbi yumuşuyor, empati gücü artıyor, hayalgücü yükseliyor. Hayalgücünden sürprizleri de nasibini alıyor.

Düzgün bir ilişkiye sahipse, şüphesiz ki işinde de daha başarılı oluyor. Hangover sabahlarda ofise gitmiyor, kafasını yoran bir şey olmayınca mesleğe yoğunlaşabiliyor. Başarılı erkeğin arkasındaki kadın kafası.

Şimdi diyeceksin ki faka bastın, erkek arkadaşları şikayetçi oluyor, hayır yalnışın var! Sevgilisi olan erkek, arkadaşlarıyla çift grupları halinde daha çok vakit geçirebilirken bekar kankaları için keyifsiz bir hal almıyor. Çünkü erkek, zaten sevgili adına arkadaş ekme olayına sıcak bakmıyor, onlarla beraberken bıkbık kız arkadaşından bahsetmiyor. Siz hiç bira ortamında gece uyurken sevgilisinin nasıl sevimli sesler çıkardığını anlatan erkek gördünüz mü?

Ayrıca arkadaşlarla çıkılan av gecelerinde aç köpek olmuyor. Hem “hadi bekar takılalım bu gece” teklifi, bekar olmadığı için daha heyecan verici oluyor, böylece daha katılımcı oluyor. Zaten sevgilisi olması erkek için, wing man (sen ona yaz ama bak bu benim ya da sen oyala arkadaşını kafası) olmasına engel değil ki, veriyor desteği arkadaşları kızlara sayesinde yazıyor. Üstelik ortamın güzel kızına talip olmaya kalkmıyor, kalkarsa da hemen “ayşe nerde şimdi dostum” lafını yiyor en yüksek perdeden.

Potansiyel kadın flörtler için ise çok daha çekici oluyor. Kızlar, hadi itiraf edelim, birinden hoşlandığımızda sevgilisi var diye vazgeçmek yerine tam tersi gaza gelip, “ayırırız abi ne olacak” kafasına giriyoruz. Üstelik adam denenmiş, adam çift olmanın ne demek olduğunu biliyor, sevgilisi varsa “adamda bir şey var ki beraberler” diye düşünülüyor. Aslında her adam her kadına aynı davranmaz bunu gözden kaçırıyoruz ama adamın market değeri artmış, piyasası zenginleşmiş oluyor.

Peki bu yazıyı şimdi ben nereye bağlayacağım? Evet kadın bekar, erkek eşli durumdayken daha özel, daha çekici, daha eğlenceli bir hal alıyor ama tüm kadınlar bekar gezsin, tüm erkekler sevgili yapsın diye mi tavsiye edeceğim? Matematikte kötüyüm ama bu kadar değil!
Belki şunu önerebilirim, kadın sevgilisi varken bekarmışcasına, özenli günlerini unutmadan yaşasın ki çekiciliği daim kalsın, erkek de bekar iken sevgilisi varmış gibi özgüvenli kalsın... Oyunlar tüm hızıyla devam etsin.

9 Aralık 2010 Perşembe

Küçük bir diyalog



 —Keşke ilişkimtraklar bittikten sonra bu kadar kısa sürede atlatmasak...
—Belki büyüdüğümüz için oluyordur.
—Keşke büyümesek... İlk aşk ya da samimi gerçek bir ilişki tüm o saflığı içinde bir yerlerde taşıdığı için o kadar özel ve güzel olmuyor mu?
Evet ama o kadar çok şey yaşadık, o kadar üzüldük ki artık daha zor üzülüyoruz. Kabuğumuz kalınlaştı görmüyor musun, zamanın ilaç olduğunu duymakla yetinmedik, tecrübe ettik.
—Hayır işte keşke böyle olmasa... Keşke kalbe dair şeyleri bu kadar kolay atlatmasak! Bak dün mesaj attım, cevap yazmadı. Demek ki bitti(!!!) ve ben sinir oldum, tüm gün herkese bunu anlattım. Şu anda 24 saat geçtikten sonra artık o kadar üzülmediğimi, üzülerek fark ediyorum. Geçti mi yani? Bu kadar çabuk geçtiyse gerçek bile değildi demek ki... Yok, gerçekse nasıl bu kadar kolayca salladım, bu kadar mı duygusuzum?
— (Cevap yok)

İlişkimtraklar; adama ağız tadıyla bir ayrılık acısı bile yaşatmıyor. Kekremsi bir tat, "yine mi aynısı yahu" bakışı... İşte o kadar!
Kötü hissettiren, hayallerinin yıkılması ve insan ister istemez (daha başındayız dese bile gece yattığında) hayal kuruyor... 
En çok buna yanıyor olmak da çok acınası değil mi?
Tabii bir de ne olursa olsun istenmemenin bünyede yarattığı hafiflik... 
O da işte 24 saat, bilemedin güzel hatrın için 48 saat sürüyor!

5 Aralık 2010 Pazar

Adama kendini adama!


Kadın şeytandır değil mi? Hep plan yapar, oyunlar oynar, saman altından su yürütür. 
Yok efendim, öyle değil işte! Kadın, kimi zaman çok yumuşak ruhludur, saftır, çabucak kanar, kandırılır, tüm kalbiyle yeniden inanmak ister, görmek istediğini görür, kalbini kaptırıverir. Kapılıp gider.
Sonra ağlar. Şantaj ya da timsah gözyaşı değildir, kalbi kanadığı için gözünden damlalar çıkar.
Çıkmasın! Biraz açsın gözünü! Öyle adam olmadan cin çarpmaya kalkanı, görsün. 
“Bu başka” demesin. Hele “ben başkayım onun için” hiç demesin.
Adamasın kendini beş kuruşluk adama.

lovesick olmak çok fena! 

Fırıldak ruhluya, sağ gösterip sol vurana. Elimin tersiyle de ben vuracağım. Ben yapacağım, olacak!

Ailesini hiç sallamayan, annesine kötü davranana. “İlk kadın” kavramı leş olan heriften hiç bir şey beklenmez.

Zamana bırakalım diyene. Alooo pilav mı bu, dinlenince daha diri olsun?

Çok kıskanç adama. “Kişi kendinden bilir işi” deyimi onlar için geliyor.

Ben sana bir ilişki vaat etmedim diyerek omuz silkene. Ben de sana vaat etmedim de o zaman niye öptün beni? Neden günlerce aradın, sordun, görüşmek istedin, elimi tuttun. Neden?

Bencil, çok bencil, otomerkezci adama. O kendini düşünsün, sen kendini. İstersen gönül eğlendir ama Ben’ciden “Biz” diye bir şey bekleme.
seviyorum ama kimi
en pislik birisini.
Seni arkadaş olarak görüyorum’cuya. Acaip arkadaşlık türleri mi türedi, hani sevişmeli cinsinden...

Şu an ilişki düşünmüyorum kişisine. Düşünce gücüyle değirmen suyu dönmez bebeem!

Çok çapkın takılana. Teoman’dan geliyor; çok kadın yok kadın’dır oğlum, yalnızlıktır sonu.

Çevresindeki arkadaşlarını, sadece kendi çıkarı uğruna seçene. Çok önemli göstergelerden biridir bu; dostluk kavramı minimumda, bununla iş yaparız, beriki aracı olur, bu da işime yarar’cıdan topuk kaç! Çünkü işine yaramadığın ilk gün, o da senden kaçacak.  

Eski sevgilisini, karısını sürekli mevzu bahis yapana. Çözülemeyen ilişkiler, bitirilemeyen aşklar hep kafasını karıştırır, aradan sene geçer, bakarsın ona döner. "Ben ona herkesi unuttururum" kafası yanılgıdır. Erkek kadın farketmez, kişi sadece kendi becerir unutmayı, yola devam etmeyi. 

Arayacağım deyip aramayan, arayınca niye aramıyorsun diye zeytinyağı sitemi edene. Hadi be sende, yarım akıllı! Hepimiz öğrendik değil mi? İsteyen adam arar; iki kere iki dört. Dön de poponu ört! "He's just not that into you" filmini arşivinize katın lütfen. 
bile bile lades

Demek ki ne yapıyormuşuz? Flört başındaki ipucuları dikkate alıyor; kendi inanmak istediğimizi, beynimizde yaratmak yerine gerçekleri görüyormuşuz.
Müjdemi isterim, gerçek ve samimi adamlar dışarda bir yerlerde var! Gerçekten! 
Üstelik onlar da ortada “doğru düzgün kız kalmadı” diye yakınıyor. 
Çerçöp ile vakit kaybetmek, başarısız ilişki listesine çentik atarak inancınızı ya da saflığınızı kaybetmek yerine onlara yönelin. Yukardakileri gördüğünüz yerde vın pozisyonunu alın.
Armudun sapı, üzümün çöpünü ayıklamaya kalkışın demiyorum bak, yanlış anlaşılma olmasın. Ayrıca siz mükemmel karakter, wonder women falan mısınız canım? Sadece bile bile lades tutmayın, denenmişi denemeye kalkmayın, gözünüzü dört açın, içine gözyaşı kaçmasın!

Ders bitti, dağılabilirsiniz. Eklemek istediğiniz, unuttuğum bir şey varsa, yorumlarınızı bekliyorum. 

1 Aralık 2010 Çarşamba

Yalnız yaşayanlara pratik yemekler


Merak ediyorum mutfakta bile kadınla erkek neden bu kadar farklı?
Kadın yemek yapınca; annesi tarafından bu alanda titizlikle eğitilmiş, pre-evlilik hazırlıklarını tamamlamış domestik bir imaj çizerken, erkek basit bir yemek bile hazırlasa; özel ilgi alanında marifetlerini ortaya seren seksi aşçı elbisesini üstüne giyiveriyor. 
Yemek yapan bir erkeğe kimse karşı koyamazken, kadının mutfağa girmesi anne suretiyle eşleşiveriyor. Zaten araştırmalar ve tecrübeler de mutfakta iyi olan erkeğin yatakta da iyi olduğunu söylüyormuş. Neyse, bu sefer kıyaslamalara girmeden kadın ya da erkek için kolayca yapılabilecek ve şık yemek tarifleri hizmetini sunacağım. Erkeğin kalbine giden yol midesinden geçiyorsa kadınınki de beyninden geçiyor. Hem mideye hem akla hitap etmek isteyenler için 4 farklı seçenek... Mutfağa girmekten korkanların bile anlayabileceği ölçülerde üstelik.

Et tercih edenler
Kırmızı et sunmak isteyenler, yapacaklarınız çok basit. Eve giderken manava ve kasaba uğrayın, manavdan bir demet roka ve fesleğen alın. Kasaptan et isterken ızgara yapılacak dana antrikot isteyin. Çok yağlı olmamasına dikkat edin, hayır ne biftek ne bonfile, en güzeli antrikot. Kişi başına 2-3 dilim düşecek miktarda almanız yeterli.  Yeşillikleri bir güzel yıkayın, aman topraklı kalmasın. Sonra düz servis tabaklarına, mümkünse geniş beyaz tabaklara, bol roka ve fesleğen demetinin yarısını bölüştürerek yatak oluşturun. Yatak dediysek aklınız başka yere kaymasın lütfen! o bir sonraki fasıl. 
Küçük bir kapta biraz zeytinyağı, nar ekşisi ve tuzu karıştırın. Etleri tavaya atın. Yüksek ateşte ızgara yapın. Bu esnada bir çay kaşığı kekik, karabiber, tuz atın. Dışı sert, içi yumuşak kalacak şekilde pişirdikten sonra nar ekşili sosu yeşilliklere dökün ve üzerine etleri sıralı bir şekilde yerleştirin. Bu kadar basit, en fazla 7 dakikada hazırlanacak şık yemeğinizi afiyetle yiyin.

Soyalı somon
Herkes somon sevmez ama bu somonu sevmeyen görmedim. Balıkçıdan kişi başına kalın birer dilim düşecek şekilde somon alın. Tavaya balıkları yerleştirin. Yağ koymaya gerek yok, somon zaten yeterince yağlı bir balık. Yarım çay bardağı su koyun ve ocağı yakın. Başından ayrılmayın somon çok çabuk pişer, hatta artistik hareketlerle misafir geldikten sonra bile şov yapabilirsiniz. Balığı spatulayla 1-2 kez çevirdikten sonra pembemsi bir renk alacak, üzerine bir su bardağı (iki balığa bir bardak) soya sosu dökün. Soya sosunun içinde de bir kez çevirin. Sos yanmadan balığı tavadan alın. Hem havalı hem de 3 dakikada hazır bir yemek!

Kimyonlu patates
 Hani marketlerde plastik kaplar içinde küçük şirin patatesler var ya, işte o taze patateslerden bir kutu kapın. İki-üç adet beyaz soğan işinizi görecek. Evde kimyon varsa tabii! Beş adet patatesi soyun ve incecik yuvarlak şekilde dilimleyin. Teflon tavanın dibine çok az, yani patatesler yanmayacak miktarda zeytinyağı koyun. Patatesleri ince ince dizin. Soğanları da halka şeklinde kesin ve halkaları birbirinden ayırın. Patatesler 3-5 dakika yumuşadıktan sonra soğan halkalarını üzerine atın. Biraz kavurduktan sonra üzerine bol kimyon (en az iki çay kaşığı), bir çay kaşığı karabiber ve tuz serpiştirin. Tavanın üzerini bir süre kapatın ama patateslerin çok yumuşamasına izin vermeyecek şekilde. Patatesler hafif yumuşak hafif çıtır kıvama gelince servise hazır. Et, balık ya da tavuk her türlü yemeğin yanında garnitür olur, çok da güzel durur.
 Körili tavuk
Tavuk seçerken kalça olmasına dikkat edin. Göğüs tatsız, butlar ise kemikten ayırması zor oluyor. Beş adet kalçayı ağza gelecek boyutta, ne küçük ne de büyük olmayan parçalar şeklinde kesin. Anladınız siz o boyutu! Tavaya yine az yağ koyun. Tüm bu yemek tariflerimiz oldukça da sağlıklı seçenekler hani! Üç adet biberi ve 4 adet sarımsağı küçük parçalara bölerek yağa atın, biraz kavurun. Biberler hafif yumuşadıktan sonra üzerine tavukları atın. Spatulayla karıştırmayı unutmayın. Eğer tavuklar yapışacak gibi olduysa yarım çay bardağı su eklenebilir. Üzerine her markette bulabileceğiniz köriden damak tadınıza göre 2-3 çay kaşığı serpiştirin. Karabiber, toz kırmızı biber ve tuz eklemeyi unutmayın. Yemek hazır olduktan sonra üzerini kaplayacak şekilde kaşar rendesi ekleyin. Pek asortiksiniz pek, köriler falan...

“Bana dışardan pizza söyledi” cümlesinin “Bana yemek yapmış elleriyle” cümlesinin yanında ne kadar güçsüz kaldığını fark etmişsinizdir. Unutmadan sofra düzenine özen gösterin, lezzet kadar imaj da önemlidir ve sadece gerçekten hoşlandığınız biri için mutfağa girin. 
Sıcak servis yapın, afiyet olsun! 

24 Kasım 2010 Çarşamba

Tak Tak Takıntı!

Acaip takıntılarım var benim, hayatı kendime zorlaştıran...
Diyelim bir cafedeyim, yanımda arkadaşım da var ama biri daha gelecek. Gözümü yoldan alamıyorum, huzursuz oluyorum,  gelecek olan masadaki yerini alana kadar, masadaki arkadaşımı dinleyemiyorum, dönüp dönüp yola bakıyorum.

Yüzünde siyah nokta olan insanlara bakamıyorum. Sıkmak isteğim yok, midem bulanıyor ve ne derse desin dinleyemiyorum.

Her sabah beynimde günlük bir to do list yapıyorum.
İş günü örneği: Çekimi yaptıktan sonra yazıyı yaz, çöpü çıkar, yemeği ısıt, Canan’ı ara.
Haftasonu örneği: Çamaşırları yıka, spora git, kışlıkları çıkar.
Kolaylık gibi gözükse de listeyi tamamlayamadığım günler mutsuz oluyorum. Üstelik arkadaşımı aramak gibi güzel bir şeyi bile kendi kendime göreve çeviriyorum.


Ayakkabının önünden ayak parmakları fırlamış insanlara bakamıyorum, sanki çıplak ayak geziyorlarmış gibi tiksiniyorum.

Küçükken (çok da küçük değil yaş 7-8) anneme “hadi gidin çocuk yapın, bak ben şimdi anneanneme gidiyorum siz bana abla yapın” diye sıkıştırmam bana çok mantıklı geliyor. Yalnız, abla ne ola ki? İnatçılığımı şuradan anlayabilirsin, şu an dünya tatlısı bir kız kardeşim var. 

Bununla yetinmiyor, (yine küçükken) Atatürk ile Allah’ın best friend olduğundan emin olmam, insanların evlenirken yeni bir soyadı seçtiklerini düşünmem, hatta müstakbel zevcemle kendimi elele bir divan üzerinde oturup bu konuyu tartıştığımı hayal etmem normal geliyor. Sevgilim “soyadımız ne olsun bebeğim” diye sorduğunda düşünmediğim ortaya çıkmasın, hazırlıksız yakalanmayayım diye “yıldız” soyadını bulmuş olmam da çok mantıklı geliyor. İsme bak, Şafak Yıldız. Meslek hatası var, oryantal mi olsaydım. 

Sadece erkeklerle olan ilişkimi değil, arkadaşlarımla olan ilişkimi de sorguluyorum, aram bozulunca sabaha kadar uyuyamıyorum. Kendi kendime onunla konuşuyorum, durmadan. Onu desem, bunu yapsam, şöyle gönlünü alsam, böyle göt etsem...

Telefonu otomatik olarak tüm hafta içi sabahları için aynı saate kurmuş olsam da; her gece yatarken alarmımı kontrol etmeden duramıyorum. Hayır teknolojiye güvenmeme durumum da yok ki. İlla ki bakacağım o saate, hah evet kurulu!

 Yediklerime dikkat etmeye karar verdiğimde, daha çok yemekten kendimi alıkoyamıyorum. Yemeyi sevmediğim şeyleri aşeriyorum, bi pizza olsa da yesek, tatlı mı alsam, ne olur ki bir parça yesem?

Siyah giyemiyorum, bana yakışmadığına o kadar eminim ki! Pantalon, etek olur ama omuz seviyesinden yukarı siyah koymuyorum. Yakışacağı varsa bile böcek gibi olduğumu düşündüğüm için lacivert rengini siyah yerine kullanıyorum.

1,5-2 yaşındayken annemin beni sürekli düğün salonlarından toplaması bana çok komik geliyor. (Üst katta evde ya da alt katta muayenehanede değilse, yine kesin salonun ortasında göbek atıyordur bu çocuk diye baktığı mekana gel.) Meslek olarak olmasa bile ek iş olarak oryantal dersi mi versem diye düşünmüyor değilim. Ya el yelil, benden sizlere gelsin.

Çok garip biliyorum ama tatlı sevmiyorum. Yok çikolata da sevmiyorum. Çok ender yersem, hemen ardından tuzlu bir şeyler yeme ihtiyacı duyuyorum.

Bazen kendimden çok sıkılıyorum. Bir de meraklıyım ya, X olmak nasıl olurdu, onun hayatını yaşamak nasıldır diye düşünüyorum. Y’nin gözlerinden dünyayı görsem, Z’nin beni nasıl algıladığını öğrensem diyorum. Ama öyle çok değil, en fazla iki günlüğüne. Sonra kendime dönmek isterim, canım benim öpiyim kendimi, oh be dünya varmış.

Gizli hayalim bir kitapçımın olması. Her kitaptan sadece bir tane gelecek, satılık falan da değil hepsi benim. Ödünç isteme, vermem. Bol bol okuyacağım, koklayacağım, kapaklarını seveceğim bir de kötü kitap isimlerine bok atacağım.




Burnumun sıkıştırılmasına, kafama dokunulmasına tahammülüm yok. Bir de arkadan gelen ani hareketler beni çok korkutuyor. Böyle yapanlara kafa-göz dalasım var. Arada yapıyorum bunu.

Bazen insanlar konuşurken sadece dudaklarına bakıyorum, gözlerine değil. Kadın, erkek farketmez. Sapık mıyım acaba?


Bu post, vernonsullivan beni mimlediği için yazıldı. Konu garip alışkanlıklar olunca keyifle yazıldı. Noktayı koyarken, bir blogger mimlemek yerine, postu okuyanları mimliyorum. Kaç kişinin okuduğunu görebildiğimi unutmayın, herkesten yorum kısmına bir garip alışkanlık ya da takıntı yazmasını bekliyorum. Evet evet, okuyucu sen de dahilsin:) Çok mu normalsin yani?

21 Kasım 2010 Pazar

En Sevdiğim Erkek


O 57 yaşında, ben 26...
Ama aramızda çok büyük bir aşk var. Onca yaş farkına rağmen, en çok sevdiğim erkek o oldu.

İlk günden itibaren ona aşık oldum. En çok güvendiğim, en çok inandığım, beni en çok beğenmesini istediğim... Ve aslında beni en çok seven de o oldu, bana bakarken hala gibi içi titriyor, görüyorum.

İlk tanıştığımız anı ben hatırlamıyorum, o ise bütün detaylarıyla an be an anlatıyor.

O, uzun boylu, yeşil gözlü ve acayip karizmatiktir! Dünyanın en güzel elleri onundur, gri saçları vardır, boynu hep kırmızıdır, Fatih Sultan Mehmet burnu vardır.

O, çok şık giyinir, zevklidir, gardırobu birbirinden kaliteli ve harika kıyafetle doludur. Üstelik yüzlerce elbise arasından gidip benim en çok beğeneceğimi bir seferde seçer ve alır. 
Bugüne kadar kendi parfümümü seçmemiş olmam şimdi yazarken çok garip geldi. Ben hala sadece “parfümüm bitti, değiştirmek istiyorum” derim, o gider benim yaşıma ve tenime uygun parfümü alır. Polo Sport, Rush, Davidoff Cool Water, jill Sander Sport hep onun seçimi... Bir insan bunu bu kadar başarılı nasıl becerir hiç bilmiyorum ama, bugün hala onun "yine" benden habersiz seçtiği parfümü kullanıyorum, bayılarak.

Müthiş bir yemek zevki ve içki kültürü vardır. Balık yemeyi de ondan öğrendim, rakı içmeyi de, ete hangi garnitürün yakışacağını da... Benim diyen barmenden daha iyi kokteyl yapar. İlk sarhoşluklarımı hep onunla yaşadım. Tam bir hafta önce aldığı gıcır arabaya kustum, içki içmeyi öğreniyorum diye gıkını çıkarmadı.

Mutfağa girince bir anda büyük şef olur. Bir saat içinde bir orduyu besleyecek yemek yapar. En sosyetik yemeklerden, has Anadolu tariflerine, özel Ege tatlarına her şeyi bilir ve bu kadar mı lezzetli yemek yapar? Elinden tat alır, en dandik omlet.

O yanımdayken hiç bir şeyden korkmam ben... Belki ondan daha iyi yüzüyorum ama birlikte denize girince bir başka hissediyorum kendimi. Asla boğulmayacakmışım gibi, çok garip deniz kadar engin bir güven hissi...

 Sakindir, benim gibi çabuk sinirlenmez. Ama sinirlendi mi... O yeşil gözlerden ateş fışkırır, üf yanında duramam korkumdan... Bağırması kükreme gibidir. En çok onun şerrinden korkarım.

Sakarlığım tavan yapıp düştüğümde, dizim kanar ve acımdan ağlarken, gelir bana bağırır, “ne düşüyorsun dikkat etsene” diye. İlk başlarda buna anlam veremez, ne bağırıyor bu adam be derdim, nereden bileyim onun daha çok canı yanıyormuş. Hastayken çok endişelenir, sürekli arar, bebek muamelesi yapar. 

Yeni bir elbise aldığımda elimde göstermem yetmez, mutlaka üstümde görmek ister, teker teker denettirir. O beğenirse tamam, doğru bir seçim yapmışımdır. O yüzden en çok onun beğenmesini isterim, hep ona yaranmak isterim.

Çok kıskanır aslında... Ama hiç belli etmez. Elbisenin dekoltesinden erkek arkadaşlarıma kadar kıskanır beni. Ama onun olgunluğundaki bir erkeğe en çok yakışan tavırda, çaktırmadan kıskananlardandır, belli etmez. Acaip bir dengesi vardır, çok serbest bırakır ama hep koruma kalkanı içinde tutar.

O, çok güzel dans eder, alır kollarında uçurur beni. Bir kadeh rakıyla sohbeti baldan tatlı olur ve fıkraları en güzel o anlatır. Saatlerce sohbet edip, fikir alabileceğim, bir sürü şey öğrenebileceğim kişi, yine o’dur.

O, en çok beni sever! Kimseye göstermediği anlayışı bana gösterir. Kimse kusura bakmasın, onu paylaşamayacağım! Öyle büyük bir aşk ki yaşadığımız... İsyanım var aslında ona!

Hayatı bana bu kadar kolaylaştırdığı ve her zaman kapı gibi arkamda durduğu, cebindeki son liraya kadar bana verdiği ve yaptığı en iyi iş babalık olduğu için...

O kadar zor ki şimdi, herhangi bir erkeğe aşık olmak... Hayatına giren ilk erkek bu kadar muhteşem olunca kolay mı "öylesine" bir başkasını beğenmek?
Söyle baba, standartlarımı bu kadar yükseltmekle, sence iyi mi yaptın?
:)

17 Kasım 2010 Çarşamba

Yazmayı denedim.


Bayramınız kutlu ve mutlu olsun.
Umarım sevdiklerinizle keyifli bir bayram geçiriyorsunuzdur. Ben öyle yapıyorum. İzmir’deyim, aile yanında. Kendimi bir anne kucağına atıyorum, bir baba. Kardeşe sataşıyor, anane yemeklerine dalıyor, dedeyle tavla oynuyorum. Kurban falan umrumda değil, gavur İzmirli sıfatını gururla taşıyorum, zaten kurban eti de yemem.Bayram hislerimi daha önce yazmıştım, buradan okuyabilirsiniz. Nokulu yedikten sonra, bu bayramda ana besinim balık, tek derdim şimdi hangi şarabı açsaktır. Yine de minareden atlarım, bayramınızı kutlarım.


Yazı mı? Çok uzaklaştım o kavramdan… Tamamen tatildeyim. Beynim, vücudum, midem tatilde. Denemedim değil. Yazı yazmayı denedim. Uzak durdum aile saadetinden, odaya çekildim, bir bardak Cointreau içtim, iki arkadaşla mesajlaştım, beynimden bir sürü konu geçti, sevgilime telefon açtım. Olmadı. Cardinal melon içtim, telefona sürekli not aldığım yazı konularına baktım. Olmadı. Sanki İzmir’den hiç ayrılmamış gibi, hep buradaki ailenin prensesi kalmış kafasındayım. Denedim yazmayı, beynimi İstanbul’a uçurmayı. Olmadı.

Ben yazıyı önce beynimde yazıyorum. Bir fotoğraf geliyor gözümün önüne, en polaroid'inden. Kelimeler birer ikişer sevgili gibi birbirine kavuşup cümleye dönüşüyor. Önce beynim yazıyor yazıyı, elim onun yazdıklarını kağıda döküyor.O yüzden fort-folio burası, yani güçlü kağıt. Ama elim hiç bir zaman, beynime yetişemediğinden eksiklik oluyor. Kelimeler çok değerli. Bazen bir kelime, en derin dokunuştan bile daha dibe değer!

Benim kelimelerim koşarak birbirine kavuşurken çevrem fluya kaçıyor, fotoğrafın blur seçeneğinin ayarı kaçıyor. Karşımdakini dinleyemiyorum, çevremdekilerin sohbetlerini duymuyorum! Salyalarım akıyor, dişlerim uzuyor, o anda elime ne geçerse üzerine yazmaya başlıyorum. Defter, kitap arkası, iphone not kısmı, word dosyası.

Kelimeler tavlıyor beni, cezbediyor, çekiyor. Mesela bazı kelimeler var; Türkçe, Fransızca, İngilizce kalıplar var, onları ayrı bir seviyorum. Bir de kelime oyunları var, en eğlencelisi. Cezbediyor işte. Çünkü kelimelerin bir araya gelişleri, sevişir gibi… Her sevişme gibi nev-i şahsına münhasır. Eminim buna. Her bir araya geliş; ön sevişmesiyle, ritmiyle, doruğuyla kendine özgü.

Uzattım değil mi? Kelimelere aşkımı anlatmayacaktım ki. Bir şey söyleyecektim. Bugün yazı falan yok! Zaten blogger dediğin gariban bir kimse, ne geliri, ne sigortası var. Tek teselli arada bir gelen yorumlar. Onu da kendinize saklamaya bayılıyorsunuz. Şimdi siz onları saklayın, ben de tatil hakkımı kullanayım. Her Çarşamba ve her Pazar adeti bozulmasın ama kelimeler de öylesine, laf olsun, torba dolsun diye sıralanmasın. Her sıralama gerçek bir sevişmeye dönüşsün diye bugün yazı yok. İlham da yok, okuyucuyu sıkmak ya da hafife almak da yok, yedek yazı kullanımı da lokasyon sebebiyle namümkün. O yüzden öpücük var. En bayramlısından.


14 Kasım 2010 Pazar

Erkeğin midesine giden yol...

Hangi yemek faslını sevdiğine, ilk dışarı çıkışta nasıl bir program tercih ettiğine göre erkekleri tanımlayabileceğinizi biliyor muydunuz? Buyrun, öğrenin!

Kahvaltı
İlişki adamıdır. Keyfi sever. Vur-kaçcı değildir, ıssız adam kahvesi sevmez. Zevkleri çeşitlidir, tek bir tostla geçiştirmez. Peynir, domates, biber, zeytin yetmez; yumurta ister, sucuk ister.
Emek ister, sallama çay içmez, ilişkisi de çayı da demlensin ister.
Gece kaybettiği enerjiyi bal-kaymakla geri kazanır. Sohbeti, hayat keyifleri üzerinedir, saatlerce dinlenir. Karakteri de güneşlidir. Gün ışığından kaçmaz, bir şey hissetmek için alkole ihtiyaç duymaz. Sakin ve mutluluk verici müzikler dinler. Eşofman gibi rahat kıyafetler giyer. Kahvaltıdan sonra sakince gazetesini okumak, kahve keyfini yapmak ister. 
Kahvaltı sonrası sekste harikalar yaratır.


Öğle yemeği

İş adamıdır. İlişkide korkaktır, ikinci adımı atamaz. Yemeği uzatamaz, ofise geri dönmesi gerekir.
Bir bardaklık şarapçıdır, ikinci bardağı içmez. Sohbeti işinin yoğunluğu ve şirketteki pozisyonunun önemi üzerinedir. Aramayı hep unutur. Yemek tercihini tavuk ya da et ızgaradan yana kullanır, zira öğleden sonraki toplantıda ağzının kokmaması gerekir. Gerçi o hiç bir zaman soğan, sarımsak da yemez, ne banal şeyler onlar öyle!
Karakteri kara bulutlu ama yağmurun bir türlü yağmadığı hava gibi boğucudur. Tabii ki takım elbise giyer. Mekanda ne çalıyorsa onu dinler, blackberry'sine gelen iş mailleri yüzünden ne müziği duyar, ne sizin anlattıklarınızı.



Aperatif 
Flört adamıdır. Dur-bakalım'cıdır. Rahatsız tabure tünemelerinde çok eğlenceli hikayeler anlatır. Belki biraz pinti olabilir ya da “yatak garanti belgesi” almadan harcama yapmak istemez. Her an bir başka programı çıkabilir, diğer seçenekten telefon gelirse geceye başkasıyla devam edebilir. Tabii size iş ya da aile durumu mazereti sunar. Daha profesyonel olanlarsa zaten bir aperatif için buluşmuştuk rahatlığıyla “oldu bye güzelim, sen buradan napıyorsun” der, alttan çapkın bir bakışla “bir dahaki sefere daha uzun görüselim”i ekler vınn diye öteki aperatife kaçar. Aylık ilişkiler yaşar. Çekici ve renkli bir giyim tarzı, 80'ler müzik zevki ve yalancı güneşli bir havası vardır. Çiçekten çiçeğe konmaktan, kimi seçeceğini bilememekten, aynı gece üç farklı aperatif programının bünyede yarattığı sarhoşluktan eve yalnız dönebilir.

 
Akşam yemeği
Etkileyici adam’dır. Evden alır, rezervasyonunu yaptırdığı mekanın kapısını tutarak buyur eder. Biraz poz'cudur ama pozları etkiler. Mekanına göre rakı ya da şarap içer. Yemek tavsiye etmesinden kontrolü ele almak istediğini anlayabilirsiniz. Yemeğin de adamın da hazmı zordur.
İşlerinden, seyahatlerinden ve erkek arkadaşlarıyla yaptıkları hayvanlıklardan kahkahalarla bahsetmeyi sever, pek afacandır.
Telefonu çalınca; ya abartılı bir kibarlıkla özür dileyerek açar ya da şüphe uyandıracak bir tavırla sessize alır. Hesabı çaktırmadan öder. Kahveyi evde içmek ister. Seks umudu ve duvardaki çentik sayısı yüksektir. Karakteri parçalı bulutludur. Kibarlığıyla kolayca etkiler, aşık eder, ertesi hafta hiç bir şey olmamış gibi davranabilir, uzuuun bir süre etiketsiz takılmak ister. Kaliteli müzikler dinler, spor-şık giyinir.

Tatlı

Evlilik adamıdır. Biraz nostaljik biraz muhafazakardır. Bu tipler nargile içmeyi de sever. “Tatlı yiyelim tatlı konuşalım” klişesine fazla takılı kalır.
Müzik tercihi karaktersiz (ben kulağıma hoş geleni dinlerim abi), giyimi vasattır (annem yapıyor hala alışverişimi).

Kıza bir tatlı, bir su ısmarlar, "bir tane daha yer misin güzelim" demeyi ihmal etmez, hesabı göstere göstere ödemenin erkekliğini yaşar. Eve gidip mastürbasyon yapar.

Bar-disco

Concon adamdır. Yemekmiş, sohbetmiş öyle adap bilmez ya da gereksiz detaylardan sıkılır. “Ne konuşçcam abi kızla zaten” diye düşünür. 3 saat takılalım, kafalarımız güzel olsun, sonra yatağa girelim’cidir. Minimum haz, maksimum ego seksi üzerine ihtisas yapmıştır.
 Redbull-vodka sever. Biradan, kendisini yatakta mahçup eder diye kaçınır. Naneli votka, ağız kokusunu giderir diye son duble tercihi olabilir. Sabaha karşı Bambi ya da Kızılkayalar’da yemek yemez, hem sarımsaklı hamgurgerden hem de ayılmaktan uzak durmak için... Ayık kafayla kızı çekemez çünkü! Sarhoş esprileri yapar. Club müzikleri dinler, karakteri karanlıktır.

Alt kategori konser'ciler
ise romantiktir, tutkuludur. Kulak pası almayı, ritimle sallanıyoruz işte bahanesiyle beline sarılmayı, kadın vücudunu tatmin etmeyi, enstrüman gibi çalmayı bilir. Güzel bir gömlek, rahat bir pantalon giyer. Karakteri lodoslu havalara benzer, uygunsuz zamanda baş ağrısı yapar ama sıcaktır.

Hadi bi görüşelim'ci

Ne istediğini bilmez'cidir. Çok laf, boş icraatçıdır.
Habire hadi buluşalım der, ne kahvaltı, ne aperatif içki, ne bar programı yapmayı becerebilir. Kazara bir sene zarfında, herhangi bir program için buluşmayı becerdiğinizde, tüm enerjisini eyleme harcadığı için “ne yapalım yeaa nereye gidelim, sen söyle” diye sorar. Tüm insiyatifi üzerinize bırakır. Sıkıcıdır. Nasıl kaçacağını bilemezsiniz o yüzden mütemadi ekilmeye mahkumdur.


İstisnalar kaideyi bozmaz klişesi ardından siz sevgili okuyucular ve bu yazının odak noktası erkekler için, Sezen Aksu’dan geliyor; “Beni Kategorize Etme.” 

10 Kasım 2010 Çarşamba

1 Tat /1 Oku / 1 Git / 1 Gör

Bir tat
Böyle bir lezzet olamaz! Olmamalı, ezber bozar, insanı kendinden geçirir!
Bu cümleleri “ben tatlı sevmem” diye her gün tekrarlayan birinden duyuyorsunuz! Gerçekten de sevmem. PMS dönemi bile bir light cola benim tatlı krizimi dindirir. Tatlının beni kendimden geçirebilmesi için, gerçekten uğraşması lazım. Ama bu kapkeyk hiç de uğraşmadı. Bir arkadaş doğumgünüsünde, önce rengi ve sunumuyla tavladı. Yemezdim ya, çok ısrar ettiler. Gerçek cupcake nedir merak edenler, saçma seçeneklerle vakit kaybedip boşuna kalori almasın.
TRENDPiE bildiğin un,yumarta,şeker karışımından farklı bir şey. Sıradışı bir parti, kutlama, en özel hediye alternatifi, şaşırtıcı ve unutulmaz bir sürpriz, farklı bir organizasyon planlama anında lezzetli ve kişiselleştirilmiş pastalar üç vakte kapında. Hem grup aktivitelerine ortam sağlar hem de ‘kendin pişir kendin ye” uygulamasına ayak uydurur. Workshoplar düzenler, beraber tatlı konuşup tatlı yapılır. Ürünlerin konsepti, tasarımı ve uygulaması müşterinin talebi üzerine gerçekleştiren Efil Turan ise pastalardan daha tatlı bir kişiliktir. Çok yönlüdür, güzeldir, beceriklidir, elinden her iş gelir. TRENDPiE, mail yada telefon yoluyla sipariş edilir, hatta siparişten önce, tadımlık ürünlerden fikir alınır.
Buyrun kendiniz ulaşın. http://www.trendpie.com// siparis@trendpie.com /efil turan :0530 391 14 97.
(sitesi Kurban Bayramı ardından aktif ama telefonla her daim ulaşılabilir, hadi farklı bir bayram tadı olsun!)

Bir kitap
Çözemediğim insanlar, ilgimi çeker. Oyuncular ise en çekicisi, haksız mıyım? İşte karşınızda oyunculuğunu kitaba döken şahane insan ve dumanı üzerinde kitabı!
Hayatına Commodore, Amiga veya Playstation dokunmuş herkes için yazılan “Oyuncunun Günlüğü”, bilgisayar oyunları üzerine uzmanlaşmış olup, bu kulvarda yayıncı, eleştirmen ve hepsinden önemlisi "oyuncu" olarak tanınan Berk İybar'ın imzasını taşıyor. Kitap, bilgisayar oyunlarının tarihçesine ve çevrelerinde oluşturduğu kültüre dair izlenimler, anekdotlar, yorumlar içeriyor. İçindeki fotoğraflar çok ama çok eğlenceli!
"Anneme PES oynadığımı söylemeyin, o beni profesyonel futbolcu sanıyor" mottolu yayında, çok sayıda enteresan sorunun yanıtı gizli:
- Bilgisayar oyunları bağımlılık yapar mı?
- Oyun dünyasını Avrupa'dan fetheden lejyoner Türkler kim?
- Kaybeden şampiyonlar içimizde mi?
- Hayatın kendisinde ulaşılabilecek en yüksek skor kaçtır?
Üstelik içerik ve baskı kalitesinin çok altında bir fiyata, 15 liralık etikete sahip.

Bir sergi
Türkiye’nin en ama en cool fotoğrafçısı, Koray Erkaya’nın erotik sergisini gördünüz mü? Görmediyseniz sizi Paris’e alalım. Ne yapalım İstanbul’dakini kaçırmasaydınız! Hem sergi bahane olur, sevgiliyle Paris cafelerinde iki kahve içer, romantik yaparsınız. Tabii fotoğrafları gördükten sonra, ne yaparsınız beni ilgilendirmez!

09 - 31 Aralık 2010 tarihleri arasında Paris Kiron Galerisi'nde sergilenecek olan nefes kesici fotoğrafları mutlaka görün. “Don't Tell Mamma” sergisi için galerinin en üst katı ayrılmış, yüksek tavanlı ve doğal ışık alan bu mekanda Koray Erkaya'nın mahrem kareleri ayrı bir tad ile izlenebilecekmiş. Yolu Paris'e düşenler, hadi mutlaka!


 











Bir vitrin tasarımı
 Alexander Mcqueen’in tasarladığı, giymek için insan üstü yetenek isteyen botları muhakkak görmüşsünüzdür. Peki ya bu el süpürgesini nasıl buldunuz? Selfriges, Amsterdam’daki mağazasının vitrinine; Mcqueen’in ayakkabısından esinlenerek, harika ve yaratıcı bir tasarım yapmış. Bir el süpürgesi daha ne kadar çekici kılınabilir ki? Ben bayıldım! Bu tip tasarımları daha çok görmek istiyoruz!
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...