fortfolio işte...

biraz şehir, biraz ilişki, biraz kadın, biraz erkek, biraz yalnız, biraz komik, biraz hikaye, biraz gerçek.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Tak Tak Takıntı!

Acaip takıntılarım var benim, hayatı kendime zorlaştıran...
Diyelim bir cafedeyim, yanımda arkadaşım da var ama biri daha gelecek. Gözümü yoldan alamıyorum, huzursuz oluyorum,  gelecek olan masadaki yerini alana kadar, masadaki arkadaşımı dinleyemiyorum, dönüp dönüp yola bakıyorum.

Yüzünde siyah nokta olan insanlara bakamıyorum. Sıkmak isteğim yok, midem bulanıyor ve ne derse desin dinleyemiyorum.

Her sabah beynimde günlük bir to do list yapıyorum.
İş günü örneği: Çekimi yaptıktan sonra yazıyı yaz, çöpü çıkar, yemeği ısıt, Canan’ı ara.
Haftasonu örneği: Çamaşırları yıka, spora git, kışlıkları çıkar.
Kolaylık gibi gözükse de listeyi tamamlayamadığım günler mutsuz oluyorum. Üstelik arkadaşımı aramak gibi güzel bir şeyi bile kendi kendime göreve çeviriyorum.


Ayakkabının önünden ayak parmakları fırlamış insanlara bakamıyorum, sanki çıplak ayak geziyorlarmış gibi tiksiniyorum.

Küçükken (çok da küçük değil yaş 7-8) anneme “hadi gidin çocuk yapın, bak ben şimdi anneanneme gidiyorum siz bana abla yapın” diye sıkıştırmam bana çok mantıklı geliyor. Yalnız, abla ne ola ki? İnatçılığımı şuradan anlayabilirsin, şu an dünya tatlısı bir kız kardeşim var. 

Bununla yetinmiyor, (yine küçükken) Atatürk ile Allah’ın best friend olduğundan emin olmam, insanların evlenirken yeni bir soyadı seçtiklerini düşünmem, hatta müstakbel zevcemle kendimi elele bir divan üzerinde oturup bu konuyu tartıştığımı hayal etmem normal geliyor. Sevgilim “soyadımız ne olsun bebeğim” diye sorduğunda düşünmediğim ortaya çıkmasın, hazırlıksız yakalanmayayım diye “yıldız” soyadını bulmuş olmam da çok mantıklı geliyor. İsme bak, Şafak Yıldız. Meslek hatası var, oryantal mi olsaydım. 

Sadece erkeklerle olan ilişkimi değil, arkadaşlarımla olan ilişkimi de sorguluyorum, aram bozulunca sabaha kadar uyuyamıyorum. Kendi kendime onunla konuşuyorum, durmadan. Onu desem, bunu yapsam, şöyle gönlünü alsam, böyle göt etsem...

Telefonu otomatik olarak tüm hafta içi sabahları için aynı saate kurmuş olsam da; her gece yatarken alarmımı kontrol etmeden duramıyorum. Hayır teknolojiye güvenmeme durumum da yok ki. İlla ki bakacağım o saate, hah evet kurulu!

 Yediklerime dikkat etmeye karar verdiğimde, daha çok yemekten kendimi alıkoyamıyorum. Yemeyi sevmediğim şeyleri aşeriyorum, bi pizza olsa da yesek, tatlı mı alsam, ne olur ki bir parça yesem?

Siyah giyemiyorum, bana yakışmadığına o kadar eminim ki! Pantalon, etek olur ama omuz seviyesinden yukarı siyah koymuyorum. Yakışacağı varsa bile böcek gibi olduğumu düşündüğüm için lacivert rengini siyah yerine kullanıyorum.

1,5-2 yaşındayken annemin beni sürekli düğün salonlarından toplaması bana çok komik geliyor. (Üst katta evde ya da alt katta muayenehanede değilse, yine kesin salonun ortasında göbek atıyordur bu çocuk diye baktığı mekana gel.) Meslek olarak olmasa bile ek iş olarak oryantal dersi mi versem diye düşünmüyor değilim. Ya el yelil, benden sizlere gelsin.

Çok garip biliyorum ama tatlı sevmiyorum. Yok çikolata da sevmiyorum. Çok ender yersem, hemen ardından tuzlu bir şeyler yeme ihtiyacı duyuyorum.

Bazen kendimden çok sıkılıyorum. Bir de meraklıyım ya, X olmak nasıl olurdu, onun hayatını yaşamak nasıldır diye düşünüyorum. Y’nin gözlerinden dünyayı görsem, Z’nin beni nasıl algıladığını öğrensem diyorum. Ama öyle çok değil, en fazla iki günlüğüne. Sonra kendime dönmek isterim, canım benim öpiyim kendimi, oh be dünya varmış.

Gizli hayalim bir kitapçımın olması. Her kitaptan sadece bir tane gelecek, satılık falan da değil hepsi benim. Ödünç isteme, vermem. Bol bol okuyacağım, koklayacağım, kapaklarını seveceğim bir de kötü kitap isimlerine bok atacağım.




Burnumun sıkıştırılmasına, kafama dokunulmasına tahammülüm yok. Bir de arkadan gelen ani hareketler beni çok korkutuyor. Böyle yapanlara kafa-göz dalasım var. Arada yapıyorum bunu.

Bazen insanlar konuşurken sadece dudaklarına bakıyorum, gözlerine değil. Kadın, erkek farketmez. Sapık mıyım acaba?


Bu post, vernonsullivan beni mimlediği için yazıldı. Konu garip alışkanlıklar olunca keyifle yazıldı. Noktayı koyarken, bir blogger mimlemek yerine, postu okuyanları mimliyorum. Kaç kişinin okuduğunu görebildiğimi unutmayın, herkesten yorum kısmına bir garip alışkanlık ya da takıntı yazmasını bekliyorum. Evet evet, okuyucu sen de dahilsin:) Çok mu normalsin yani?

21 Kasım 2010 Pazar

En Sevdiğim Erkek


O 57 yaşında, ben 26...
Ama aramızda çok büyük bir aşk var. Onca yaş farkına rağmen, en çok sevdiğim erkek o oldu.

İlk günden itibaren ona aşık oldum. En çok güvendiğim, en çok inandığım, beni en çok beğenmesini istediğim... Ve aslında beni en çok seven de o oldu, bana bakarken hala gibi içi titriyor, görüyorum.

İlk tanıştığımız anı ben hatırlamıyorum, o ise bütün detaylarıyla an be an anlatıyor.

O, uzun boylu, yeşil gözlü ve acayip karizmatiktir! Dünyanın en güzel elleri onundur, gri saçları vardır, boynu hep kırmızıdır, Fatih Sultan Mehmet burnu vardır.

O, çok şık giyinir, zevklidir, gardırobu birbirinden kaliteli ve harika kıyafetle doludur. Üstelik yüzlerce elbise arasından gidip benim en çok beğeneceğimi bir seferde seçer ve alır. 
Bugüne kadar kendi parfümümü seçmemiş olmam şimdi yazarken çok garip geldi. Ben hala sadece “parfümüm bitti, değiştirmek istiyorum” derim, o gider benim yaşıma ve tenime uygun parfümü alır. Polo Sport, Rush, Davidoff Cool Water, jill Sander Sport hep onun seçimi... Bir insan bunu bu kadar başarılı nasıl becerir hiç bilmiyorum ama, bugün hala onun "yine" benden habersiz seçtiği parfümü kullanıyorum, bayılarak.

Müthiş bir yemek zevki ve içki kültürü vardır. Balık yemeyi de ondan öğrendim, rakı içmeyi de, ete hangi garnitürün yakışacağını da... Benim diyen barmenden daha iyi kokteyl yapar. İlk sarhoşluklarımı hep onunla yaşadım. Tam bir hafta önce aldığı gıcır arabaya kustum, içki içmeyi öğreniyorum diye gıkını çıkarmadı.

Mutfağa girince bir anda büyük şef olur. Bir saat içinde bir orduyu besleyecek yemek yapar. En sosyetik yemeklerden, has Anadolu tariflerine, özel Ege tatlarına her şeyi bilir ve bu kadar mı lezzetli yemek yapar? Elinden tat alır, en dandik omlet.

O yanımdayken hiç bir şeyden korkmam ben... Belki ondan daha iyi yüzüyorum ama birlikte denize girince bir başka hissediyorum kendimi. Asla boğulmayacakmışım gibi, çok garip deniz kadar engin bir güven hissi...

 Sakindir, benim gibi çabuk sinirlenmez. Ama sinirlendi mi... O yeşil gözlerden ateş fışkırır, üf yanında duramam korkumdan... Bağırması kükreme gibidir. En çok onun şerrinden korkarım.

Sakarlığım tavan yapıp düştüğümde, dizim kanar ve acımdan ağlarken, gelir bana bağırır, “ne düşüyorsun dikkat etsene” diye. İlk başlarda buna anlam veremez, ne bağırıyor bu adam be derdim, nereden bileyim onun daha çok canı yanıyormuş. Hastayken çok endişelenir, sürekli arar, bebek muamelesi yapar. 

Yeni bir elbise aldığımda elimde göstermem yetmez, mutlaka üstümde görmek ister, teker teker denettirir. O beğenirse tamam, doğru bir seçim yapmışımdır. O yüzden en çok onun beğenmesini isterim, hep ona yaranmak isterim.

Çok kıskanır aslında... Ama hiç belli etmez. Elbisenin dekoltesinden erkek arkadaşlarıma kadar kıskanır beni. Ama onun olgunluğundaki bir erkeğe en çok yakışan tavırda, çaktırmadan kıskananlardandır, belli etmez. Acaip bir dengesi vardır, çok serbest bırakır ama hep koruma kalkanı içinde tutar.

O, çok güzel dans eder, alır kollarında uçurur beni. Bir kadeh rakıyla sohbeti baldan tatlı olur ve fıkraları en güzel o anlatır. Saatlerce sohbet edip, fikir alabileceğim, bir sürü şey öğrenebileceğim kişi, yine o’dur.

O, en çok beni sever! Kimseye göstermediği anlayışı bana gösterir. Kimse kusura bakmasın, onu paylaşamayacağım! Öyle büyük bir aşk ki yaşadığımız... İsyanım var aslında ona!

Hayatı bana bu kadar kolaylaştırdığı ve her zaman kapı gibi arkamda durduğu, cebindeki son liraya kadar bana verdiği ve yaptığı en iyi iş babalık olduğu için...

O kadar zor ki şimdi, herhangi bir erkeğe aşık olmak... Hayatına giren ilk erkek bu kadar muhteşem olunca kolay mı "öylesine" bir başkasını beğenmek?
Söyle baba, standartlarımı bu kadar yükseltmekle, sence iyi mi yaptın?
:)

17 Kasım 2010 Çarşamba

Yazmayı denedim.


Bayramınız kutlu ve mutlu olsun.
Umarım sevdiklerinizle keyifli bir bayram geçiriyorsunuzdur. Ben öyle yapıyorum. İzmir’deyim, aile yanında. Kendimi bir anne kucağına atıyorum, bir baba. Kardeşe sataşıyor, anane yemeklerine dalıyor, dedeyle tavla oynuyorum. Kurban falan umrumda değil, gavur İzmirli sıfatını gururla taşıyorum, zaten kurban eti de yemem.Bayram hislerimi daha önce yazmıştım, buradan okuyabilirsiniz. Nokulu yedikten sonra, bu bayramda ana besinim balık, tek derdim şimdi hangi şarabı açsaktır. Yine de minareden atlarım, bayramınızı kutlarım.


Yazı mı? Çok uzaklaştım o kavramdan… Tamamen tatildeyim. Beynim, vücudum, midem tatilde. Denemedim değil. Yazı yazmayı denedim. Uzak durdum aile saadetinden, odaya çekildim, bir bardak Cointreau içtim, iki arkadaşla mesajlaştım, beynimden bir sürü konu geçti, sevgilime telefon açtım. Olmadı. Cardinal melon içtim, telefona sürekli not aldığım yazı konularına baktım. Olmadı. Sanki İzmir’den hiç ayrılmamış gibi, hep buradaki ailenin prensesi kalmış kafasındayım. Denedim yazmayı, beynimi İstanbul’a uçurmayı. Olmadı.

Ben yazıyı önce beynimde yazıyorum. Bir fotoğraf geliyor gözümün önüne, en polaroid'inden. Kelimeler birer ikişer sevgili gibi birbirine kavuşup cümleye dönüşüyor. Önce beynim yazıyor yazıyı, elim onun yazdıklarını kağıda döküyor.O yüzden fort-folio burası, yani güçlü kağıt. Ama elim hiç bir zaman, beynime yetişemediğinden eksiklik oluyor. Kelimeler çok değerli. Bazen bir kelime, en derin dokunuştan bile daha dibe değer!

Benim kelimelerim koşarak birbirine kavuşurken çevrem fluya kaçıyor, fotoğrafın blur seçeneğinin ayarı kaçıyor. Karşımdakini dinleyemiyorum, çevremdekilerin sohbetlerini duymuyorum! Salyalarım akıyor, dişlerim uzuyor, o anda elime ne geçerse üzerine yazmaya başlıyorum. Defter, kitap arkası, iphone not kısmı, word dosyası.

Kelimeler tavlıyor beni, cezbediyor, çekiyor. Mesela bazı kelimeler var; Türkçe, Fransızca, İngilizce kalıplar var, onları ayrı bir seviyorum. Bir de kelime oyunları var, en eğlencelisi. Cezbediyor işte. Çünkü kelimelerin bir araya gelişleri, sevişir gibi… Her sevişme gibi nev-i şahsına münhasır. Eminim buna. Her bir araya geliş; ön sevişmesiyle, ritmiyle, doruğuyla kendine özgü.

Uzattım değil mi? Kelimelere aşkımı anlatmayacaktım ki. Bir şey söyleyecektim. Bugün yazı falan yok! Zaten blogger dediğin gariban bir kimse, ne geliri, ne sigortası var. Tek teselli arada bir gelen yorumlar. Onu da kendinize saklamaya bayılıyorsunuz. Şimdi siz onları saklayın, ben de tatil hakkımı kullanayım. Her Çarşamba ve her Pazar adeti bozulmasın ama kelimeler de öylesine, laf olsun, torba dolsun diye sıralanmasın. Her sıralama gerçek bir sevişmeye dönüşsün diye bugün yazı yok. İlham da yok, okuyucuyu sıkmak ya da hafife almak da yok, yedek yazı kullanımı da lokasyon sebebiyle namümkün. O yüzden öpücük var. En bayramlısından.


14 Kasım 2010 Pazar

Erkeğin midesine giden yol...

Hangi yemek faslını sevdiğine, ilk dışarı çıkışta nasıl bir program tercih ettiğine göre erkekleri tanımlayabileceğinizi biliyor muydunuz? Buyrun, öğrenin!

Kahvaltı
İlişki adamıdır. Keyfi sever. Vur-kaçcı değildir, ıssız adam kahvesi sevmez. Zevkleri çeşitlidir, tek bir tostla geçiştirmez. Peynir, domates, biber, zeytin yetmez; yumurta ister, sucuk ister.
Emek ister, sallama çay içmez, ilişkisi de çayı da demlensin ister.
Gece kaybettiği enerjiyi bal-kaymakla geri kazanır. Sohbeti, hayat keyifleri üzerinedir, saatlerce dinlenir. Karakteri de güneşlidir. Gün ışığından kaçmaz, bir şey hissetmek için alkole ihtiyaç duymaz. Sakin ve mutluluk verici müzikler dinler. Eşofman gibi rahat kıyafetler giyer. Kahvaltıdan sonra sakince gazetesini okumak, kahve keyfini yapmak ister. 
Kahvaltı sonrası sekste harikalar yaratır.


Öğle yemeği

İş adamıdır. İlişkide korkaktır, ikinci adımı atamaz. Yemeği uzatamaz, ofise geri dönmesi gerekir.
Bir bardaklık şarapçıdır, ikinci bardağı içmez. Sohbeti işinin yoğunluğu ve şirketteki pozisyonunun önemi üzerinedir. Aramayı hep unutur. Yemek tercihini tavuk ya da et ızgaradan yana kullanır, zira öğleden sonraki toplantıda ağzının kokmaması gerekir. Gerçi o hiç bir zaman soğan, sarımsak da yemez, ne banal şeyler onlar öyle!
Karakteri kara bulutlu ama yağmurun bir türlü yağmadığı hava gibi boğucudur. Tabii ki takım elbise giyer. Mekanda ne çalıyorsa onu dinler, blackberry'sine gelen iş mailleri yüzünden ne müziği duyar, ne sizin anlattıklarınızı.



Aperatif 
Flört adamıdır. Dur-bakalım'cıdır. Rahatsız tabure tünemelerinde çok eğlenceli hikayeler anlatır. Belki biraz pinti olabilir ya da “yatak garanti belgesi” almadan harcama yapmak istemez. Her an bir başka programı çıkabilir, diğer seçenekten telefon gelirse geceye başkasıyla devam edebilir. Tabii size iş ya da aile durumu mazereti sunar. Daha profesyonel olanlarsa zaten bir aperatif için buluşmuştuk rahatlığıyla “oldu bye güzelim, sen buradan napıyorsun” der, alttan çapkın bir bakışla “bir dahaki sefere daha uzun görüselim”i ekler vınn diye öteki aperatife kaçar. Aylık ilişkiler yaşar. Çekici ve renkli bir giyim tarzı, 80'ler müzik zevki ve yalancı güneşli bir havası vardır. Çiçekten çiçeğe konmaktan, kimi seçeceğini bilememekten, aynı gece üç farklı aperatif programının bünyede yarattığı sarhoşluktan eve yalnız dönebilir.

 
Akşam yemeği
Etkileyici adam’dır. Evden alır, rezervasyonunu yaptırdığı mekanın kapısını tutarak buyur eder. Biraz poz'cudur ama pozları etkiler. Mekanına göre rakı ya da şarap içer. Yemek tavsiye etmesinden kontrolü ele almak istediğini anlayabilirsiniz. Yemeğin de adamın da hazmı zordur.
İşlerinden, seyahatlerinden ve erkek arkadaşlarıyla yaptıkları hayvanlıklardan kahkahalarla bahsetmeyi sever, pek afacandır.
Telefonu çalınca; ya abartılı bir kibarlıkla özür dileyerek açar ya da şüphe uyandıracak bir tavırla sessize alır. Hesabı çaktırmadan öder. Kahveyi evde içmek ister. Seks umudu ve duvardaki çentik sayısı yüksektir. Karakteri parçalı bulutludur. Kibarlığıyla kolayca etkiler, aşık eder, ertesi hafta hiç bir şey olmamış gibi davranabilir, uzuuun bir süre etiketsiz takılmak ister. Kaliteli müzikler dinler, spor-şık giyinir.

Tatlı

Evlilik adamıdır. Biraz nostaljik biraz muhafazakardır. Bu tipler nargile içmeyi de sever. “Tatlı yiyelim tatlı konuşalım” klişesine fazla takılı kalır.
Müzik tercihi karaktersiz (ben kulağıma hoş geleni dinlerim abi), giyimi vasattır (annem yapıyor hala alışverişimi).

Kıza bir tatlı, bir su ısmarlar, "bir tane daha yer misin güzelim" demeyi ihmal etmez, hesabı göstere göstere ödemenin erkekliğini yaşar. Eve gidip mastürbasyon yapar.

Bar-disco

Concon adamdır. Yemekmiş, sohbetmiş öyle adap bilmez ya da gereksiz detaylardan sıkılır. “Ne konuşçcam abi kızla zaten” diye düşünür. 3 saat takılalım, kafalarımız güzel olsun, sonra yatağa girelim’cidir. Minimum haz, maksimum ego seksi üzerine ihtisas yapmıştır.
 Redbull-vodka sever. Biradan, kendisini yatakta mahçup eder diye kaçınır. Naneli votka, ağız kokusunu giderir diye son duble tercihi olabilir. Sabaha karşı Bambi ya da Kızılkayalar’da yemek yemez, hem sarımsaklı hamgurgerden hem de ayılmaktan uzak durmak için... Ayık kafayla kızı çekemez çünkü! Sarhoş esprileri yapar. Club müzikleri dinler, karakteri karanlıktır.

Alt kategori konser'ciler
ise romantiktir, tutkuludur. Kulak pası almayı, ritimle sallanıyoruz işte bahanesiyle beline sarılmayı, kadın vücudunu tatmin etmeyi, enstrüman gibi çalmayı bilir. Güzel bir gömlek, rahat bir pantalon giyer. Karakteri lodoslu havalara benzer, uygunsuz zamanda baş ağrısı yapar ama sıcaktır.

Hadi bi görüşelim'ci

Ne istediğini bilmez'cidir. Çok laf, boş icraatçıdır.
Habire hadi buluşalım der, ne kahvaltı, ne aperatif içki, ne bar programı yapmayı becerebilir. Kazara bir sene zarfında, herhangi bir program için buluşmayı becerdiğinizde, tüm enerjisini eyleme harcadığı için “ne yapalım yeaa nereye gidelim, sen söyle” diye sorar. Tüm insiyatifi üzerinize bırakır. Sıkıcıdır. Nasıl kaçacağını bilemezsiniz o yüzden mütemadi ekilmeye mahkumdur.


İstisnalar kaideyi bozmaz klişesi ardından siz sevgili okuyucular ve bu yazının odak noktası erkekler için, Sezen Aksu’dan geliyor; “Beni Kategorize Etme.” 

10 Kasım 2010 Çarşamba

1 Tat /1 Oku / 1 Git / 1 Gör

Bir tat
Böyle bir lezzet olamaz! Olmamalı, ezber bozar, insanı kendinden geçirir!
Bu cümleleri “ben tatlı sevmem” diye her gün tekrarlayan birinden duyuyorsunuz! Gerçekten de sevmem. PMS dönemi bile bir light cola benim tatlı krizimi dindirir. Tatlının beni kendimden geçirebilmesi için, gerçekten uğraşması lazım. Ama bu kapkeyk hiç de uğraşmadı. Bir arkadaş doğumgünüsünde, önce rengi ve sunumuyla tavladı. Yemezdim ya, çok ısrar ettiler. Gerçek cupcake nedir merak edenler, saçma seçeneklerle vakit kaybedip boşuna kalori almasın.
TRENDPiE bildiğin un,yumarta,şeker karışımından farklı bir şey. Sıradışı bir parti, kutlama, en özel hediye alternatifi, şaşırtıcı ve unutulmaz bir sürpriz, farklı bir organizasyon planlama anında lezzetli ve kişiselleştirilmiş pastalar üç vakte kapında. Hem grup aktivitelerine ortam sağlar hem de ‘kendin pişir kendin ye” uygulamasına ayak uydurur. Workshoplar düzenler, beraber tatlı konuşup tatlı yapılır. Ürünlerin konsepti, tasarımı ve uygulaması müşterinin talebi üzerine gerçekleştiren Efil Turan ise pastalardan daha tatlı bir kişiliktir. Çok yönlüdür, güzeldir, beceriklidir, elinden her iş gelir. TRENDPiE, mail yada telefon yoluyla sipariş edilir, hatta siparişten önce, tadımlık ürünlerden fikir alınır.
Buyrun kendiniz ulaşın. http://www.trendpie.com// siparis@trendpie.com /efil turan :0530 391 14 97.
(sitesi Kurban Bayramı ardından aktif ama telefonla her daim ulaşılabilir, hadi farklı bir bayram tadı olsun!)

Bir kitap
Çözemediğim insanlar, ilgimi çeker. Oyuncular ise en çekicisi, haksız mıyım? İşte karşınızda oyunculuğunu kitaba döken şahane insan ve dumanı üzerinde kitabı!
Hayatına Commodore, Amiga veya Playstation dokunmuş herkes için yazılan “Oyuncunun Günlüğü”, bilgisayar oyunları üzerine uzmanlaşmış olup, bu kulvarda yayıncı, eleştirmen ve hepsinden önemlisi "oyuncu" olarak tanınan Berk İybar'ın imzasını taşıyor. Kitap, bilgisayar oyunlarının tarihçesine ve çevrelerinde oluşturduğu kültüre dair izlenimler, anekdotlar, yorumlar içeriyor. İçindeki fotoğraflar çok ama çok eğlenceli!
"Anneme PES oynadığımı söylemeyin, o beni profesyonel futbolcu sanıyor" mottolu yayında, çok sayıda enteresan sorunun yanıtı gizli:
- Bilgisayar oyunları bağımlılık yapar mı?
- Oyun dünyasını Avrupa'dan fetheden lejyoner Türkler kim?
- Kaybeden şampiyonlar içimizde mi?
- Hayatın kendisinde ulaşılabilecek en yüksek skor kaçtır?
Üstelik içerik ve baskı kalitesinin çok altında bir fiyata, 15 liralık etikete sahip.

Bir sergi
Türkiye’nin en ama en cool fotoğrafçısı, Koray Erkaya’nın erotik sergisini gördünüz mü? Görmediyseniz sizi Paris’e alalım. Ne yapalım İstanbul’dakini kaçırmasaydınız! Hem sergi bahane olur, sevgiliyle Paris cafelerinde iki kahve içer, romantik yaparsınız. Tabii fotoğrafları gördükten sonra, ne yaparsınız beni ilgilendirmez!

09 - 31 Aralık 2010 tarihleri arasında Paris Kiron Galerisi'nde sergilenecek olan nefes kesici fotoğrafları mutlaka görün. “Don't Tell Mamma” sergisi için galerinin en üst katı ayrılmış, yüksek tavanlı ve doğal ışık alan bu mekanda Koray Erkaya'nın mahrem kareleri ayrı bir tad ile izlenebilecekmiş. Yolu Paris'e düşenler, hadi mutlaka!


 











Bir vitrin tasarımı
 Alexander Mcqueen’in tasarladığı, giymek için insan üstü yetenek isteyen botları muhakkak görmüşsünüzdür. Peki ya bu el süpürgesini nasıl buldunuz? Selfriges, Amsterdam’daki mağazasının vitrinine; Mcqueen’in ayakkabısından esinlenerek, harika ve yaratıcı bir tasarım yapmış. Bir el süpürgesi daha ne kadar çekici kılınabilir ki? Ben bayıldım! Bu tip tasarımları daha çok görmek istiyoruz!

7 Kasım 2010 Pazar

Neler oluyor hayatta?



Yabancı karakter sendromu diye bir şey var mı?
İnsan bir anda değişir mi? Bir bilge zamanında bana, "olur olur, bal gibi olur" demişti. Omuz silkmiştim. 
Peki şimdi bana ne oldu da metamorfoza uğradım? 
Sen de yaşar mısın bunu? Acaipleşir, yeni huylar edinir, kendine yabancılaşır mısın?
Tam kış başlangıcı, sevmediğin mevsim kapıdayken, kendini uzun zamandır olmadığın bir yerde hisseder misin? 
Arka fonda güzel bir müzik çalıyor, dikkatle dinlersen, belki sen de duyarsın! 


Daha mutlu yataktan fırlıyorum.
Sabah insanı hiç bir zaman olmadım. Ama aptal alarm yerine, telefondaki en sevdiğim melodinin çalmasıyla, hattın ucunda uykulu bir sesle uyandırılınca, gün daha güzel başlıyor. Yataktan kendimi kazımak yerine, hop diye zıplayıp özenle hazırlanmaya başlıyorum.

Daha sakinim.
Başıma bir sürü aksilik geliyor. Sinir krizi geçirmek yerine hemen sakinleşiyorum. Hatta carlamam gereken taksi şöförüne, bakkala, röportajı son dakika iptal eden mimara söylemem gereken had bildirme cümlelerini kurmaya gerek bile duymuyorum. 

Daha güzelim.
Bir gece önce içki bile içsem ertesi gün yüzüm şişmiyor. Aynaya bakınca şaşırıyorum. Beni her gören, sen de bir değişiklik var, saçına ne yaptın diye soruyor. Gülümsüyorum.

Bugün’cü oldum, çıktım!
Yarını düşünmüyorum, çünkü ben bu an’dayım. Sevgili Carpe Diem, seni şimdi daha iyi anlıyorum. Şimdi olacaksa bir şey, yarına kalmaz. Yarına kalacaksa bugün olmaz.
“Bizden yarına kalan; sadece nefesimizi kesen anlar olsun. Çünkü sonrasında hala nefes alabileceğimizin garantisi yok” kafasına bir girdim, pir girdim.

Daha memnunum hayattan.
İnsan sevmez aksi tarafım uykuya daldı, herkes mutlu olsun dileklerim ve gülücüklerim havada. Tanıdıklar şaşkın, yeni ben’e alışmaya çalışıyor. Ben ise “Allahım ne tatlı arkadaşlarım var dur bir öpeyim, çok şanslıyım” tadında, ağzım ise kulaklarımda. Fondaki tatlı müzik susmasın, hani pazar kahvaltısında dinlenecek türden. Hani, her anı pazar kahvaltılarına dönüştüren türden. 

Daha enerjik oldum.
Üç yazı yazar, beş çekim yapar, geç uyur erken kalkar, arkadaşlarıma sürpriz hazırlar, gece gezmesine bile giderim. Yoruldum diye şikayet etmem, hastalanmam, bitkin düşmem kafasındayım.

Daha bakımlı oldum.
 Üstelik onu görücem diye değil, ofise bile giderken şıkır şıkır giyiniyorum. Topuklu ayakkabı giymez, giyse de memnun olmaz ben, iki gün üst üste bakım kumkuması halinde gezer oldum.

Daha popüler oldum.
Ahanda eski sevgili arıyor, şu eski arkadaş da yazıyor mu ne, yeni adamlar türüyor. Enerji mi yayıyorum yoksa kendimi kapatınca değerli mi oldum bilinmez. Pardon ama aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor, çünkü kendisinin ayakları yere değmiyor!

Telefon-kolik oldum.
Eskiden daimi sevgilim türkselden sabah-akşam birer doz gelirdi mesajlar, bakmazdım bile. Şimdi mesaj sesine heyecanlanıyor, ev telefonu çalınca depara geçiyor, telefondaki bir melodiye sırıtıyorum.

Daha ihmalkar oldum.
Söz verdiğim programlara katılamıyor, son dakika planlarıyla öteki şehre kanatlanarak uçmayı tercih ediyorum. Mesafelerim kısaldı, kilometre kavramım değişti.

 Ankarasever oldum.
Deniz kızıyım ben, bir tarafım İzmir, bir tarafım İstanbul, bir taraf Foça, ötekisi Çeşme’li. Deniz görmeden yaşayamam derken Atakule’den bozkıra mutlu mutlu bakar oldum. Üşüyünce sarılan adam, yanı başımda olunca.

Yeni bir ilgi alanım oldu.
Rebound, asist, blok ne demek, basketbol maçı nasıl olur öğrendim. “Hadi gel seninle maç izleyelim anlatayım” diyen, sahadan kaçamak bakışlar atan biri gülümsetince.

Tanımsız oldum.
Etikette değil gönlüm, onlar beylik laflarmış anladım. Esas olan his’miş. Hissedebildikten sonra ne etikete, ne tanımlamaya ihtiyaç yokmuş. Sesler birbirine uzansın, yetermiş. Hem hangi etiket, tanımlayamadığın hissi açıklamaya yeter ki? Sevgili demek yeter mi, onca anlamsız sevgililik ilişkisi yaşayanların yanında... Tüm ilişkiler aldatmaya değerken, gün gelip sıkıntıyla dolarken, senin miden günü birlik olmayan kelebeklerle doluysa... Kendini sudan çıkmış balık, geçmişini unutmuş alzheimer hastası, uykudan bir dakika önce öpücükle uyanmış uyuyan güzel gibi hissediyorsan eğer... Tanımlar sana değer mi?
Sahi, s
ence bana ne oldu? 



3 Kasım 2010 Çarşamba

Modern Zaman Oyunları

İnsan doğası gereği oyun sever bir yapıya sahip, gerçek hayat oyuncularıyız biz. Küçüktük; evcilik, komşuculuk, mankencilik oynardık. Şimdi büyüdük ama ne kadar vazgeçebildik oyunlar oynamaktan? Oyunları; çocukluk döneminde bırakmak bir yana, hayatımızda daha çok yer verip, tüm yaşamı bir sahneye çeviriyoruz. Bilgisayarda oynanan sanal dünya; ya da futbol, basketbol gibi sportif saha oyunları değil mevzu bahis. Anlık, günlük, aylık, ilişkisel, ailesel oyunlardan bahsediyoruz. Hayat akışımızı değiştirecek güce sahip tehlikeli oyunlar eşiğinde, oyun delisi hayatların içinde çırpınıyoruz.


Şimdi güya büyüdük. Hala tüllü elbiselere bayılıyor, balerin ayakkabısı çakması babetleri ayağımıza geçiriyor, en pullusundan küpeleri kulağımıza takıyoruz. Hem de bunu en maskülen stile sahip olanlarımız bile arada bir kendini tutamayıp yapıyor. Haksız mıyım? Bu kadarla yetinmiyor, oyunlarımıza da aynen devam ediyoruz. Belki aile dostunun misafirliğe gelmiş, yaşıt kızı ya da oğlu sahneden çekildi ama yerini arkadaş-sevgili-flört çevresi doldurdu. 
Modern zaman oyunları deyince aklınıza PSP, farmville ya da Sims gelmesin. Yaşımıza uygun deforme edilmiş, kimi zaman sadece eğlence olsun diye, kimi zaman masum, kimi zaman kendimizi göstermek için, kimi zaman da gerçekten tehlikeli oyunlarla hayatımızı dolduruyoruz.
Nedir modern zaman oyunlarımız?
Bir şey yapmayacağım, sadece sarılıp uyuyacağım oyunu.
Kadın-erkek arasındaki en yalan oyuna hoş geldiniz. Merhaba biz yeni tanıştık. Belki bu gece bir barda başladı sohbetimiz, belki de bir kaç seferdir küçük küçük flört ediyoruz. Bir akşam çıkmasının ilerleyen saatlerinde, bünyeler alkol ile dolup taşmış, eve gidiş saati yaklaşmış iken oynanan bir oyun bu. Erkek kadına eğilir, “senden bu gece ayrılmak istemiyorum, bana gel, sadece sarılıp uyuyacağım” der. Kadın da “söz mü” der. İkisi de durumu onaylarken, kendilerini ve birbirlerini kandırdıklarının bal gibi de bilincindedir. Kadın kabul eder, güya uyumaya gider. Ama ateşle barut yan yana durur mu? Çoğu zaman durmaz, alev alır. Tek gecelik ilişki arayanlar için ideal bir oyundur. Uzun soluklu ilişki isteyenlere pek tavsiye edilmez. Yine de her ilişki parmak izi, göz irisi gibi şahsına münhasırdır, yarını belli olmaz. Zaten kimi zaman en güzeli, içinden geleni yapmaktır!

Dedektifçilik oyunu
Koyu renkli güneş gözlüğünü tak, trençkotu giy, yakaları kaldır! Şimdi herkesin “hayatımda yapmadım, daha neler” dediği ama istisnasız en cool kadının bile en azından bir kez yaptığı oyuna hazırsın. Oyunumuz bir kaç teknolojik oyuncak eşliğinde oynanıyor. Cep telefonu, msn, facebook, twitter, e-mail üzerinden iz kovalamaca oyununda, her türlü fitne fücur ve numara başrolde. Hoşumuza gitmeyen bir şey bulduğumuzda (misal sevgili kişisi, tanımadığımız bir dişinin fotoğrafına yorum yapmış) didiklemek farz oluyor. Konuyu oraya nasıl getireceğini kurgulayıp, çaktırmadan bilgi edinme ve edinilen bilgileri kronolojik sırayla beyinde kaydetmek koşuluyla, canımızı dişimize takıyoruz. Kimi oyuncular telefon karıştırma, sosyal ağ şifresini alma peşine kadar oyunu abartabiliyor. Bu kadar ileri gitmeyenler ise en azından etiketlendiği fotoğraflarda, yanında kim olduğuna ve elini kızın neresine koyduğuna dikkat ediyor. Dedektifçilik, kategorize etmesi zor bir oyun olsa da, çoğu sefer kötü sonla bitiyor. Ne kadar çok bilgi, o kadar üzüntü ya da sevgili kişisini boğarak sinir etme durumlarına hatta “eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürme” deyimine kadar uzanıyor. Çözümü biraz rahat olmaktan geçiyor. İstemese, sizinle olmazdı, boğazına bıçak dayamıyorsunuz ya... 
Dayamıyorsunuz, değil mi?

Arkadaşımın oyuncağını kıskanmadım oyunu.
Başrolde iki kadın, birbirini seven yakın arkadaş rolüyle sahnede yerini alır. Kıskançlık sinsice gelir, kara kedi gibi aralarına kıvrılır. Sebebi kimi zaman; ikisi de bekar iken taraflardan biri için ortaya çıkan erkek arkadaş adayıdır. Kimi zaman, kariyer merdivenlerini ikişer ikişer atlayan hırslı dişinin, yakın arkadaş bildiği kimse tarafından çeşitli yılanlıklarla iğneli sözlere maruz kalmasıdır. Komik ama gerçek, kimi zaman öbür dişinin formda olmasını ya da yeni aldığı elbiseyi kıskanmaktır.
Tehlikeli oyundur bu, çoğu zaman kıskananın değiştirebileceği bir durum bile değildir. Sigaradan daha zararlıdır bünyeye, mutsuz eder. Oynamaya kalkıştığınızda kendinizi cimcirin ve yavaşça elinizdeki silahı yere bırakın.

Bu gece sevişmeyelim sevgilim oyunu.
Sevgililiğin ilk günleri. Birbirini bulmuş, kabul etmiş, türlü flört oyunlarından sıyrılarak yan yana durmayı tercih etmiş iki sevgili. En güzel sevişmeler üçüncüden sonra başlar ya hani tenler birbirini kabul ettikten, ilişkiye özel pozisyonlar keşfedildikten sonra, işte o günlerdeyiz. Hani libidonun tavan yaptığı, ayrıyken seksi mesajların havada uçuştuğu zaman dilimleri. “Sevişmeden uyunmayan geceler”in bir tık ötesinde, gece uyku arasında kendini sevişirken bulunan tavşan ilişki geceleri. Sonra bir gün, “hadi bu gece sevişmeyelim” kafası gelir. Küçük, masum ve çok zevkli bir oyundur bu. Oyunun asıl kuralı; karşındakini çaktırmadan tahrik ederek sevişme yasağını delmektir. Saldırı bir anda gelişir. Belki erkek, elini kadının belinden aşağıya indirir, belki kadın güya yanlışlıkla nefesini erkeğin ensesine üfler. Ya da kaşık pozisyonunda uykuya geçerken, uygunsuz temaslarla vücut uyanır. Yasak elma zevklidir misali, dudaklar buluşur. Sonrasını biliyorsunuz. Ertesi gün “dayanamıyoruz birbirimize” diye gülümser durursunuz. Şiddetle tavsiye edilen bir oyundur.

Seni seviyorum oyunu.
Oynanmaması gereken oyunların ilk sıralarında karşımıza çıkan bu kalp kırıcı oyunda, sevgili adayı bir aktör ve bir aktrist rol paylaşımına girer. Zira hiç bir zaman iki kadın ya da iki erkek arkadaş arasında bu pis oyun oynanmaz, içinde arkadaşlık da yoktur. Ancak iki sevgili adayı arasında; daha gerçekten sevmeden, sadece anlık yükselen heyecan ya da karşındaki için bir üst seviyeye geçip vazgeçilmez olma arzusuyla, kandırma suretiyle gerçekleşir. Asla oynamayın! Gerekirse sevdiğinizi geç söyleyin, erken söylemeyin! Kendinizi tartın, biçin, ölçün, cümleleri öyle sarf edin. Zira, doğru günde söylenen bu sözün sihirli bir etkisi mevcuttur! 
Ayrıca bu “seni seviyorum oyunu”nun bir başka versiyonu da, terk edip gidişe geçen sevgili tarafından oynanır. Ayrılmak ister, ama egosu tepededir, unutulmak istemez, “seni hala seviyorum” der. O kadar samimiyetten uzaktır ki, “elektrikler kesik olduğu için ödevimi yapamadım öğretmenim” cümlesindeki doğrulukla yarışır. Bunu da oynamayın! Kelimelerin gücünü hafife almayın, önce kendinizi sonra karşınızdakini kandırmayın. Çünkü bazı sözler uçmaz, kalır. Yara yapar, kanatır.


Bir şey almayacağım, sadece mağazaya göz atıp çıkacağım oyunu.
“Sevgilim, yeni sezon başladı biliyorsun ama daha indirim olmadığı için sadece bir bakmak istiyorum” cümlesiyle başlayan oyun için bir kadın ve bir erkek oyuncu yeterlidir. Erkek için çoğu zaman yeni sezonun başlaması kavramı hiç bir şey ifade etmez, ayrıca ona göre sevgilisinin zaten dolapları taşıracak kadar çok elbisesi vardır. Ama “mor renkli hırkam yok, gerçekten bu ihtiyaç” cümlesine kanar, kimi zaman kabin önünde, kimi zaman mağaza önünde kendisi gibi kurban erkeklerle birlikte ağaç pozisyonunu alır. Komik oyundur bu, erkek her zaman kadının sözüne inanır, inanmasa da inanmış gibi davranmaktan başka çaresi yoktur. Zira, alışveriş açlığındaki bir kadın, on kaplan gücündedir. Başa gelen çekilir, torbaları erkek taşır.

Sana yemek pişirdim oyunu.
Küçükken oynadığımız, içi hayali kahve ya da en iyi ihtimalle suyla doldurulmuş bardaklar eşliğinde misafircilik oyununun büyümüş hali bu oyun. En az deforme olmuş oyun olarak da tanımlayabiliriz kendisini. Anneanne hediyesi plastik pembe çay takımları şimdi nerede bilinmez, ancak onların yerini cam ya da porselen cicili takımlarla doldurmaktan geri kalmadık, öyle değil mi? Sakarlıkta sınır tanımayan genç kadınlara pek tavsiye edilmese de, mutfağa giren erkeklerin hemen seksi imajıyla damgalandığı eğlenceli bir oyun bu. Belki yalnızken akşam yemeğini bir tostla, dışardan sipariş vererek ya da bisküvi ile geçiştiriyorsundur ama masaya ikinci bir tabak konması gereken günlerde Jamie Oliver kesildiğin oyuna hoş geldin. Kimi zaman, “erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer” kuralını hayata geçirmek için yapılır, kimi zaman arkadaşlarla evde güzel vakit geçirmek için. İşte atlanmaması gereken tüyolar; spatulayı tak tak tencere kenarına vurma sesi profesyonellik belirtisidir, yemek kadar sunumu da önemlidir, sanki her gün evde siyah pirinç ile besleniyormuş havası vermek caizdir. Mutfak sizin sahneniz, buyurun stres atın, bir günlük eğlenin! Yarın nasılsa menüde tost var.

Acımadı ki oyunu.
Hiç ağlama “herkes beni çok güçlü sanıyor, tükendim” diye söylenen kadın! Bu oyunu sen başlattın! Daha küçükken, ilkokul servisinde senden büyük sınıftaki kızın defalarca tokat atmasına karşılık “acımadı ki” diye sen tutturup gözünü gözüne diktin. Tokadına karşılık vermesen de, yanağın pancar rengi eve gidip çığlık çığlığa ağlasan da, arabadan inene kadar gururunu ayaklar altına almadın. Aferin, iyisin hoşsun da, bu oyunda zararlı sen çıktın. Devam ettin çünkü oyuna, her düşmede, her ayrılıkta, her terslenmede, her kabalıkta burnunu havaya dikip “acımadı ki” demeye, hani gözyaşlarını geri iterken... Oturuşuna, kalkışına, konuşmana, kariyerine yön verişine kadar “ben güçlüyüm” diye her adımda bağırdın. Şimdi, erken emeklilik talebindesin, çünkü tükendin. Bırak, ağlarken görsünler, sulu göz desinler, burcun balık mı diye sorsunlar. Klişedir ama gerçektir kontenjanından senin için geliyor: hiç bir şey senden değerli değil!

Seni umursamıyorum oyunu.
Oyunumuz belirsizlik içine düşen ilişki çıkmazı sokaklarında oynanıyor. Belki uzun bir süre takılmanın ardından seviştik ama “şimdi ne olacağını umursamıyorum” havası var. Belki uzun bir ilişki içinde, yön arayışında kaybolup, dırdırcı etiketini yememek için, “evlenmek istemiyorum ya, umrum değil sendromu” var. Kendi işim, kendi hayatım bencilliğine sığınıp oynanan bu oyun, oldukça sıkıcı sonuçlar doğurabilir.
Hayatı çok ciddiye almamak lazım mottosuna sığınıp aşkı oyun, sevgiliyi oyuncak sanmak çok da güvenli bir yol değil. Tavsiye edilmez! 
Çözümü dürüstlük caddesinden geçiyor. Sakin bir tavırla düşündüğünü açıklamak kadar insanı rahatlatan bir şey yok. Yol, istediğiniz tarafa gitmese bile en azından içe atmadan başka yöne sapma olanağı sunuyor. Trafik kurallarına dikkat etmek, sarı ışık yanınca gaza basmadan beklemek lazım!


Hodri meydan oyunu.
Karnına kelebekler doldu, heyecanın içine sığmadı. “Bugüne kadar her şeyi içimizde yaşadık da ne oldu, belki açık sözlülük benim ilacımdır” dedin. Gittin, “seni seviyorum, gözüm başka bir şey görmüyor” dedin. Hatta “ben senin sevgilin olmak istiyorum” deme cesaretini bile gösterdin. Hodri meydan oyununu başarıyla sergiledin. Coşkulusun biliyorum, cesaretini kırmak da istemiyorum. Ama yapma! Yine eski atasözlerine güven, “su akar yolunu bulur” de. Hodri meydan oyunu, karşı taraf için çoğu zaman korkutucu bir hal alır. Modern zamanlarda aşk yorulmuştur, unutma. Tam da bu yüzden, gizemini koru, küçük adımlarla avına yaklaş, ürkütme.

Mankencilik oyunu.
Keyfin yerindeyse en eğlenceli oyun, mankencilik. Hani küçükken annenin kıyafet ve makyaj ürünlerini tek başına mahvetmek yerine komşu kızını suçuna ortak ederdin ya... Sedefli farları kaşlara kadar sürüp, salonda kıkırdar dururdunuz. 15 sene önceki bu sürümün, günümüzdeki versiyondan pek bir farkı yok. Şimdi kız arkadaşlarınla evde süslenir, püslenir, en mini ve en topuklu kombinasyonuyla kendini dışarı atarsın. Bir Sex and The City ya da catwalk havası adımlarınıza hakimdir. Hani “kız kıza dışarı çıkma gecesi”nin yaşandığı, dertlerin evde bırakıldığı zaman dilimlerinden bir tanesidir. Dedikodu sosu ve flört kreması eklenince tadından yenmez bir hal alır. Şiddetle tavsiye edilir.


SONUÇ
Oyunlar zevklidir, hayata renk ve heyecan katar. Kendinizi oyunun kurbanı haline getirmediğiniz sürece, keyifli oyunlar diliyorum.

bu yazıyı beğendiysen bana yarışmada oy verirsin, değil mi? Buraya tıkla, üye olmadan, uğraşmadan fortfolio'ya oy ver!
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...