fortfolio işte...

biraz şehir, biraz ilişki, biraz kadın, biraz erkek, biraz yalnız, biraz komik, biraz hikaye, biraz gerçek.

3 Kasım 2011 Perşembe

tek derdi var herkesin.

Çok acaip şeyler oluyor hayatımda. 
Bir yazı yazdım... Hayatımda kimse yoktu. Bir sene önce burada yayınladım, Aşkolsun dedim. Çok kısa bir süre sonra En güzel an'dayım, dedim. Sonra arada bir sürü şey dedim. Güzel dedim, muhteşem dedim, lanet dedim, bok dedim. 
Sonra bir değişiklik olsun dedim, bunu yazdım. Yayınlamadan önce bal saçlı adamla büyük güzel bir değişime girdik. Ben yazıları yazıp yazıp sindirmeyi bekliyorum, o yüzden şimdi okuyacağın yazıyı yazalı baya oluyor. 
Yazının büyük bir büyüsü var tamam ama her yazılan gerçek mi oluyor?



"Herkesin tek bir derdi var. Sevilmek.
Uuuu çok inanılmaz ve bilinmeyen bir tespit yaptım, değil mi?
Yoo, hiç de değil. Herkesin bildiği ama bazen koşturmacadan unuttuğu bazen ısrarla reddettiği sıradan bir tespit.

Sadece takılmak isteyen de, tek gecelik peşinde koşan, duygusal olarak hasarlı olan da, tek amacı tik listesini kabartmak olan da, "artık bitti kendimi açmayacağım bir daha" diyen de, evlilik derdinde ya da para peşinde olan da...
Kadın da, erkek de. İstisnasız.

Onlara tek ama gerçek bir şey verin ve diğerlerinden nasıl da vazgeçtiğini göreceksiniz.
Gerçek bir sevginin yerine hiç bir şey geçemez. Kalbi onun kadar dolduran bir ısıtıcı sokakta satılmaz!

Sorun da burda zaten. Gerçeğini bulmak.
Sevmek daha iyidir, daha kesindir çünkü sevildiğinizden hiç bir zaman emin olamazsınız derler ya... Yalan o! Öyle bir olursunuz ki, öyle bir hissedersiniz ki onu.

Sırf midende kelebek uçurtan bir aşktan söz etmiyorum, heyecandır o. Önce yanıltır, sonra geçer.
Mutfakta beraber basit bir yemek yapmanın, en şık restaurant'ta yemek yemekten daha çok keyif verdiği bir sevgiden bahsediyorum.

Dostluğun seksle karıştığı bir sevgi.
Yalancıktan elele tutuşmak degil, laf olsun diye yanyana durmak değil, beraber hayal kurmak...
İhanetin özgürlük maskesi, sadakatin kölelik maskesi altına saklanmadığı bir şey bu.

İnsanın buna çok ihtiyacı var. Özellikle 25 yaşından sonra.
18 yaşına kadar ailen en önemli varlık. İlkokul, ortaokul, lise zamanı, hayatının merkezinde onların sevgisi var. Temeli sağlam kurarsan ne mutlu sana, sırtın kolay yere gelmiyor.
Üniversite zamanı, odak noktası; arkadaşların. Arkadaşlarını merkeze oturtup, temelden aldıklarını hayat üzerinde deneyimliyorsun. Onlarla gülüp, onlarla sarhoş oluyorsun, 7/24 o senin dünyan.
Üniversite bitince biraz serserilik, belki yurtdışı deneyimi sonrası kariyer karın ağrısı başlıyor. Üniversitede bir işin ucundan tutmuş olanlar şanslı, istediği yönü daha rahat seçiyor. Sonraki bir kaç yıl, işi öğrenme, yer edinme çabasıyla geçiyor.

Sonra hissediyorsun.
Eksikliği...
Çünkü çevrendeki herkes bir bir sevgilisinden bahsetmeye başlıyor. Seni onun için ekmeler bunu takip ediyor. Ya da eski üniversite grubu görüşmelerine, artı 1'ler katılmaya başlıyor. Belki en yakın arkadaşın çat diye evleniyor.
Bu noktada hayat, sevgiliye dönüyor. Çünkü bu noktaya gelince, sevginin odak noktası ailen ya da arkadaşların olamıyor. Ailen her zamanki yerinde köklüce duruyor, güç veriyor. Arkadaşların ise her ihtiyacında yanındalar ama gerçekten ihtiyacın varsa senin için programlarını bozuyor ya da seni mevcut programa dahil ediyorlar. İşin çok önemli ama sevgi odağı olması mümkün değil. Üstelik acınası.

Hayat yüzünü sevgiliye döndürüyor. Bugünü cennet yapmaksa senin elinde.
Artık kızkıza ya da sapsapa tatillere istediğin arkadaşını sürükleyemiyorsun (zaten hevesini de almış oluyorsun) çünkü o programını sevgilisiyle yapmış oluyor. Biraz terkedilmişlik hissi var, kabul. Sen o tatile ancak sevgilini elinden tutup katılabilirsin. Bu hiç bir zaman söylenmeyen sessiz kurallardan biri.

İşte tam bu noktada, hayatındakinin gerçekten sevdiğin biri olması çok önemli.
Onu bulduysan değerini bil.
Herkes sadece sevilmek istiyor.
Hem de çok.
Ama sevmeyene, sevip de özen göstermeyene, özveride bulunmayana sevgi yok.
Demedi deme!"

İnsan ne dilediğine, ne yazdığına dikkat etmeliymiş gerçekten (in a good way) Şimdi ben bu aralar biraz delirdim, taşınma, dönüşüm, değişim (ne mutlu bana) dört bir yanımda amayapılacaklar listemi görsen ağlarsın fortfolio okuru. O yüzden beni bir ay azat et. Sonra zaten hep yazıcam. Sözüm söz. 

29 Eylül 2011 Perşembe

geçen hafta bunu yazdım.

Sana da bazen oluyor mu?
Hani, herkes, herşey değişiyor, bir sen aynı kalıyorsun.
Yok tabii ki değişmeyen tek şey değişimdir, insanın günü gününe uymaz, evren değişir, sen deneyim kazanıp olgunlaşırsın bla bla... Ben başka bir şeyden bahsediyorum.
 Mesela; Mehmet evleniyor, Ömer iş değiştiriyor, Başak okul kazanıp Ankara'ya taşınıyor, Zeynep boşanıyor, Ceyda yemek şeklini değiştirip vejetaryan olarak on kilo veriyor, Ali yeni bir sevgiliye kalbinde yer açıyor, Müge yeni bir eve geçiyor, Serdar çocuk sahibi oluyor, Melis doğuruyor, Gökhan Madrid'e, Ulaş Hong Kong'a, Metin Montreal'e taşınıyor, Elif yeni bir iş bulmadığı halde sevmediği işten istifa ediyor, Ayşe nişanlanıyor, Özgün kaç yıllık sevgilisinden ayrılıyor, Öykü İstanbul'da çok başarılıyken herşeyi bırakıp Ege'de eski bir Rum evine yerleşiyor.  

Önemli değişimler geçiriyorlar. Kapılar kapatıp yenilerini açıyorlar. Bir daha asla aynı noktada olmayacaklarını bilerek, monoton ama güvenli olanı riske atarak adımlar atıyorlar. Yolun sonunu göremeden. Bazen sürüklenerek, bazen hür iradeyle. Belki çok pişman olacaklarından korkarak, belki pervasızca "ne olacaksa olsun" diyerek...
Değişim zordur. Güzel olsa bile zordur. Onlar cesaret ediyor. Ellerindekiyle yetinmiyorlar. Aza tamah etmiyorlar, "dur bakalım, hayırlısı" demiyorlar. Evet su akar, yolunu bulur ama onlar su yatağına yön vermeyi tercih ediyorlar. Yenileniyorlar. Kapanıp koza içinde kalmak yerine; kelebek olup gerekirse sadece bir gün yaşamayı tercih ediyorlar. Her biri içinden yeni bir renk çıkmasına izin veriyor. Zamana bırakmıyor, zamana direniyorlar. Belki önünde sonunda yine ne olacaksa olacak, belki herşey mutlaka olacağına varacak ama onlar deniyorlar. Cesurlar, söylemiş miydim?

Ve sen...
Sen onları izliyorsun. Başarılı ya da başarısız, mutlu ya da mutsuz, heyecanlı ya da depresif, çaresiz ya da keyifli oluşlarına izleyici oluyorsun. Ne olursa olsun, korkak olmayışlarına ve değişimlerine tanıklık ediyorsun. Yeniliğin korkutucu ama insanı çeken bir tarafı var. Gizemli çünkü.
Evet sen izleyici oluyorsun. Sen değişmiyorsun. Boyun eğiyorsun. Renklerini solduruyorsun.
Çocuk büyütme zorluklarını ve komikliklerini, Madrid'in gece hayatını, Hong Kong'un acaip taksicilerini, yeni iş yerindeki dedikoduları, ayrılıgın acı taraflarını, vejeteryanlığın kurallarını dinliyorsun. Evet izlemekten de beteri sadece dinliyorsun. Olduğun yerde sayıyorsun. Hatta geri gidiyorsun.
Şikayetçi olduğun bir şeyler var ama hareketsizsin, garanticisin, korkaksın.
Yazık sana!
Zamanın ve kendinin değerini bilmiyorsun. Hayırlısı neyse olsun'la hayat geçmez, farkında değilsin. Ancak şikayet edip cek cek konuşmayı biliyorsun.
Hırçınsın çünkü aslında kendine kızgınsın.
Hımbılsın. Kendini köreltiyorsun ve günlük koşturmaca içinde bunun bile ayırdına varamıyorsun.
Sıkılıyorsun ama kusura bakma buna mahkumsun. Kendi esaretinin bedelisin.
Sevdiğini kovalamıyorsun.
Hadi, şimdi kendine bir surpriz yap ve bir karar al!
Daha geç olmadan.

22 Eylül 2011 Perşembe

Haydi erkekler, Regl'e!


Tüm erkeklerin hayatlarında bir sefer regl olmasını istiyorum.
Gülmeyin, şaka değil.
Cidden istiyorum bunu. 


Onlar dayanıksızlar, öyle bizim gibi her ay depresyonuna, hassaslığına, şişkinliğine, kanamasına dayanamazlar. Ama sadece bir kere, üstelik aklı başında bir yaştayken olsun ve unutulmaz olsun istiyorum. Sünnet gibi! Gerçi erkeğin aklı başında yaşı var mıdır bilemedim şimdi, neyse 20'li yaşlarda, beklenmedik bir anda olsun ki, unutmasınlar. 

Böylece tüm o hormonsal kargaşayı yaşarken, bir de "onlara halam geliyor, regl'im, şişkinim, gerginim" açıklaması yapmak zorunda kalmayalım. Mesela en anlaşamadığım kadın bile, "pms'im" dediğimde; beni anlar, üstüme gelmez, extra özenli davranır.
Çünkü bilir ki ben kaynama noktasındayımdır. Bilir ki birazdan mevzu noksanlığı çekersem, dönüp götümle kavga edebilirim, "niye arkamdasın, neden beni takip ediyorsun" diye. Çok da normal gelir bana o anda. 

Ama erkek, her sefer, her ay anlamamaya, özenli olmamaya inat ediyor. Hatta dün söylüyorum, bugün unutuyor. Onun suçu değil, asla tecrübe etmemiş ki. Oysa bir kere olsa, tüm problem çözülecek, o da terslenmekten yırtacak! Çünkü boğazı ağrısa öldüğünü iddia eden, hastalıkvari şeyleri abartmaya bayılan erkekler, bu deneyimi asla unutmayacak ve pms olduğunu duyunca özenli davranacak. 
Düşünsene, o çok değerli pipinden kan geliyor. Sadece bununla kalsa iyi. Asıl dert zaten gelene kadar! Gelmesi için dua edecek raddeye getiriyor senin östrojenler. 

Sinirli oluyorsun. Canım diyene, Allah belanı versin diye bağırmak geliyor içinden. 

Ya da duygusal oluyorsun. "Sizin için çalışıyoruz" sloganıyla reklam veren materyalist banka reklamına bakıp, o bankayla çalışmadığın halde benim için çalışıyor çocuklar diyerek içli içli ağlıyorsun. Değil ki haberlere ya da dizilere tahammülün olsun. 

ama çok aç oluyorsun. Sanki midede bir koca kara delik, ne yesen sana dokunmadan aşağıya süzülüyor. Dünyaları yemek, durmayıp gezegenlere sulanmak istiyorsun. 

Önemli davetmiş, zayıf olman gereken bir elbise giyecekmişsin, bunların hiç bir önemi yok. Bir anda şişiyorsun. En az iki kilo su! Hadi kiloyla problemin yok diyelim, ellerin, ayakların, yüzün şişiyor, gıdın çıkıyor. 

Hassas oluyorsun. Gerçekten, en ufak bir lafa, bir bakışa, bir terslenmeye alınıyorsun ve o terslik dünyanın sonuymuş gibi hissediyorsun. Şımarıklıktan değil, öyle hissediyorsun. Elinde değil. 

Her ay bir adet ama beş taneye bedel büyüklükte bir sivilce gelip yerleşiyor bünyene. Alnında, burnunda, çenende ya da sırtında. Bakan, beş metreden regl olmak üzere olduğunu anlayabiliyor. Bir de acıyor ki sorma gitsin! 

Ödem olmasa da, sivilce basmasa da o günlerde en güzel, en yakışan kıyafetini giysen de güzel hissetmenin imkan ihtimali yok! Unut onu! Saçın bile şekil almıyor, hangi iyi hissetme? 

Tahammülsüz oluyorsun. Regl olmadan önceki ve olduktan sonraki iki gün, karantinaya falan kapatılmalısın. Suratsız, mutsuz, negatif. Lütfen kimse benimle konuşmasın! 

Belinde ve kasıklarında sızım sızım bir ağrı. Ne mide ağrısına benzer, ne başka bir şeye. Kimimizi hastanelik eder her ay, iğnesiz devam edemeyiz. Kimimizi öldürmez ama süründürür. 

Peki ya kıllara ne demeli? Regl olduğun anda, orman kaçkını gibi fışkırmaya başlar, kaşlardan bacaklara istisnasız uzanır! 

Orkidin poponu (kibarca söylüyorum) rahatsız etmesini, orkide ya da tampona verilen parayı mevzu bahis etmiyorum bile.   
 
Tek güzel yanı memelerin büyümesi ve dikleşmesidir. Ama onlar da öyle çok acır ki, üzerine bile yatamazsın. 

Bütün bunlarla uğraşırken, bir de zevzek bir erkeğin "yeaa muayyen gününde misin sen yeaa" demesi, ya da "aa niye gerginsin" demesi hatta hiç bir şey dememesi bile batıyor.
Kendim için istiyorsam namerdim.
Her ay kendini tekrarlayan bir durumu, problem olmaktan çıkarmak, kadın-erkek ilişkilerini bir nebze olsun hafifletmek istiyorum. Tüm erkeklerin bir tek kez, regl olmasını istiyorum.
Ayrıca yazıyı okuyan tüm kadınların benimle aynı düşünceleri paylaştığına kesinlikle eminim. Aynı anda bir dua etsek, kozmik bir dönüşüm olur mu acaba?

24 Ağustos 2011 Çarşamba

O eski halimden eser yok şimdi.


Çat diye bir mail düştü önüme.
Fotoğrafçı bir arkadaşım, kendi arşivini düzenlerken... editöre hiçbir zaman vermediği fotoğraflara rastlar. Beş sene önce, çok sıcak bir yaz günü, gıcık ötesi bir mimarla fotoğraf çekimi öncesi ışık denerken, iki arada bir derede çekilmiş üç-beş kare.
Karaköy’de, köprü üzerinde, keten elbiseli bir kız. 

İçimden ağlamak geldi.
Hüzünlü kareler diye mi, yoo hiç değil! Neşeli, sıradan, makyajsız, pozsuz… Dedim ya, her çekim öncesi rutin yapılan; ışığı ayarlamak için çekilen, normalde silinen, bu sefer makinede saklanmış üç beş kare.

Tüm koşturmaca, dertler, aranması gereken telefonlar, teslim edilmesi gereken yazılar içinde bir an durdum ve fotoğraflarıma baktım uzun uzun.
Farkettim bir değişiklik var, tam dile getiremedim. Saçlarımın şimdi kısa olması değil tek fark ya da üzerimdeki 3 kilo fazlası.

O zamanki kadar güzel değilim şimdi, o zamanki kadar saf, o zamanki kadar umutlu deilim... Öyle bakmıyorum artık fotoğraflara. O fotoğraflardan sonra çok içki içtim ben, çok hikaye dinledim, çok ağladım, çok hayalkırıklığı yaşadım.
Saçma ama çok kötü oldum fotoğraflara bakarken.

O fotoğraftaki kız, sanki benim özendiğim biri…
Ama asla tekrar olamayacağım biri.
Ulaşamayacağım biri gibi.
O, özgür kanatlarını kocaman açmış gökyüzünde süzülen kırlangıç gibi, ben kafeste böyle renkleri solmuş artık ötmeyen muhabbet kuşu gibi.

Yıllar önce; İzmir fuarının içindeki hayvanat bahçesinde kocaman, heybetli bir aslan görmüştüm. Parmaklıkların tam dibinde oturmuş ama arkasını dönmüştü. Yüzünü gelenlere göstermiyordu. Sinirlenmiyor, kükremiyordu. Dediler ki "artık sadece ölmeyecek kadar" yemek yiyormuş, küsmüş. Durdum önünde uzun süre, belki bir an döner bakar diye. Hişt pişt dedim. Bakmadı.

Evet; zaman, ilişkiler, içkiler, eklenen yağlar, derinleşen çizgiler, değişen evler, yaşananlar kirletiyor bizi.
Ben ki çok severim eski fotoğraflara bakmayı.
Ama o tazelik yok şimdi. O dirilik yok. Çok değil baktım çekildiği tarihe, beş yıl öncesi, yaşlanmış hissetmem mümkün değil. Ama eski ışıltı yok, eski enerji yok.
Sanki eski yüksek enerjimin kırıntısı var gibi...

Bir şey bekler gibi ama ne olduğunu bilmeden, aynı şeylerden şikayet ederek, yine ay sonu sıkışarak, sadece havanın sıcaklığının değişmesinin farkına vararak, aynı konuyu 5589. kez yazarak günleri ucu ucuna eklemek… 

Belki vakit gelmiştir. O yüzden fotoğraflar beş yıl sonra önüme düşmüştür. Belki vakit silkelenme vaktidir. Kış uykusunda uyanıp, gerinme vaktidir.
Uyanıp, gülümseyebilir miyim tasasız?

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Diyemedim.


foto: Burak Teoman

Diyecektim ki mutluluk, ilişki taktikleri, diyecektim ki yeni sezon umutları...
Güzel şeylerden bahsedecektim bugün. Tasarım harikalarından bahsedecektim. Mutlu azınlık uğraşlarından...
Hayat zaten yeterince zor; yeterince olumsuzluk üzerine. Ben hayatı hafifletecektim. Senin için. Bir nebze olsun, bir paragraf olsun. 

Olmadı.
Boğazıma geldi bir düğüm oturdu.
17 ağustos'u suçlamayacağım. O sadece bir tarih. Suçlanacak başka merciiler var.
99 depreminden sonra, daha büyük bir deprem gerçekleşeceği neredeyse kesinleşmişken; ne kadar altyapı güçlendirilmesi yapıldı? Pardon iki değil, on iki yıl geçti.
Hepimizin diline pelesenk olan isim Veli Göçer, yedi yılda serbest kaldı diye tepki bile gösteremiyorum çünkü çürük konutlarla cinayet işleyen 1200 müteahit yargılanmamış bile.
Bugün 8 şehit haberini okuyunca, dönüp de size mutluluk formülleri yazamadım.
Bize hep uzak ya onlar; isimleri şehit 1, şehit 2, şehit 3.
Sadece öldükleri gün "vah vah" dediğimiz, yalancıktan değil belki samimiyetle ama bir anlık üzüldüğümüz isimsiz insanlar. Sevdiği olan, annesi olan, en sevdiği yemek köfte-makarna olan, belki haftada bir tek rakı atan, arkadaşlarıyla makara yapmayı seven genç erkekler. Şehit deyince bu özelliklerini unutuyor muyuz acaba? Onlar, kendi seçimleri bile olmadan bu toprakta doğdukları için, bu toprak uğruna can vermeye mecbur mu? Toprak savaşı bile değil ki artık bu...
Akp yönetimi süresince 829 şehit vermişiz. "Başa gelen herkes kadar onlar da çalıyor ama bu adamlar çalışıyorlar da yani" demesin kimse lütfen.
Umut yok.
Kusura bakma ama yok.
Şort giyen sporcunun taciz edildiği, Asmalımescit'teki masaların kaldırıldığı, aman diyim yürürken iki güzel tıngırtı duyarız diye sokak müzisyenlerinin yasaklandığı, kadının evde şiddet dışarda taciz gördüğü, maaş alamayan doktorların, tayin alamayan öğretmenlerin sesine kulak verilmediği, sanata ve spora zerre önem gösterilmeyen bir ülkede umut yok.
Demokratik olma adı altında intikam peşindekilerin yaşattıkları kalbimi sıkıştırıyor.
İçim üzülüyor.
Gerçekten.
Ama biliyorum ki birazdan geçer, Starbucks'tan bir kahve eşliğinde dedikodu yapmaya başlarım.
Çünkü biz ancak carcar konuşuruz.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

süzME yoğurt

foto:Burak Teoman

Elele yürüyen sevgililer bir an göz göze geldiler.
Hafif bir rüzgar esti aralarından, sanki yetişecekleri bir yer yokmuşcasına adımları yavaşladı. 
Kadın, "yakışıyoruz biz ya" diye düşünürken; erkek "akşamki basket maçı 8 mi 9 mu acaba?" diye aklından geçirdi. Art niyetsiz. Yaradılış böyleydi. Gülümsediler.
Dar bir sokaktan geçip kalabalık bir meydana çıktılar. Adamın gözleri bir yere takıldı.
Takıldı, takıldı, takıldı...
Baştan aşağı süzdü, gözleri aklından geçenleri belli etmedi ama sevgilisi gibi, gözlerinin takıldığı kadın da kendisini süzdüğünü biliyordu.
Süzmek mi, kesmek mi, bakmak mı, öküz mü artık ne denirse...
Diğer kadın sırtını dikleştirip salındı. Bir an için kadınlar gözgöze geldi, geçip giderken kendinden emin bir şekilde çok hafif gülümsedi. Sevgili olup eli tutulan kadının ise yavaşça yüzü asılmaya başladı.
Hep böyle değil mi zaten, bir kadın gülerken beriki ağlar.

Adam, sevdiği kadına dönüp de gözlerinin, gözlerini takip ettiğini farkedince hızla düşünmeye başladı.
-hoppala, gene çaktı! Bu da sürekli benim nereye baktığıma mı bakıyor nedir? Şimdi gene sarkıtcak suratı, hiç çekilmez. Gözlerime de mi tapu koydun kızım! O değil de o ne biçim memeydi hehe!
- of allaaam, öküzüme bak yaa... Hiç bir şey olmamış gibi davranıyor, aklınca zaman kazanıyor ama bariz çılgınca kesti karıyı. O da bir şeye benzese, inek gibi açmış teşhirci! Hay allahım bunun gözü hep mi dışarda olacak?

Bundan sonrası senaryo belli; ya içe dönülür susulur bir süre sıkıcı bir şekilde, ya kadın arıza çıkartır, ya da adam işi pişkinliğe vurur! Nedir yani ne olacak baktıysam...
bu foto cuk oturdu :)

Peki nedir yani hakkaten, kadın niye bu kadar takar bu saniyelik olaya?
Hemen açıklayalım efendim.
Diğer kadının daha güzel olması ya da olmaması mevzu bahis değil! Onu kıskanacak kadar sığ değilim! Bak geldi geçti bile yanımızdan. Sonuçta adam benim elimi tutuyor farkındayım. İstemese tutmazdı onu da biliyorum, kelepçelemedik ya... Ancak gel gör ki benim elimi tutarken başkalarını kesmesine sinirleniyorum.

Bir, bunu küçük düşürücü buluyorum. Ben baksam aynı şekilde adamlara, olay çıkartır. Kendini bir görse o sırada, sırtlan gibi itici! Ya da ben mememi o kadar açınca bir araba laf ediyor! Neden çünkü biliyor diğerlerinin düşüncelerini.

İki, nasıl ki erkek erkeği biliyorsa; kadın da kadını biliyor. O bir saniyelik bakışa maruz kalmak, sinirini erkeğin başkasına bakmasından daha çok bozuyor. Neden o ne idüğü belirsiz kadın beni küçümsesin, "hahayt yanında sevgili var ama ben o kadar güzelim ki gözleriyle beni yedi" desin?

Üç, sanki bana elinde sevgilisi olan erkekler hiç bakmıyor mu? Ben ne düşünüyorum o arada? "gerzek herif!" diyorum, ilgimi bile çekmiyor. Neden benim "sevgilim dediğim adam" herkes gibi olsun?
Mehmet Gürs, Mehmet Günsur gibi erkekler neden o kadar çekici biliyor musunuz? Hayır biri Türkiye'nin en yetenekli şefi ve acaip yakışıklı, beriki hem süper bir aktör hem de eriten bir gülüşe sahip diye değil. Onun da payı yok değil şimdi ama ikisi de "bir daha dünyaya gelsem yine sevgilime aşık olurdum, bir kadını derinlemesine tanımak tüm kadınları tanımaktan daha özel" demeçleri verdikleri için... Dönüp de bir başkasını süzmedikleri için!

Ben bakmıyor muyum peki yanımdan geçen yakışıklı erkeklere ya da taş gibi kadınlara? Bal gibi de bakıyorum. Hatta ben göstermiyor muyum "ne güzel kadın" diye...
Peki benim yanımdaki erkek niye rahatsız olmuyor bundan? Onu da o düşünsün artık!

Daha güzel, daha çıtır, daha dekolteli, daha seksi kadınlar hep olacak!
Erkekler hep bakacak, kadınlar çaktırsa da çaktırmasa da bozulacak!
İşin sırrı sevdiğini rencide etmemekte...
Bilmem anlatabildim mi? 

p.s. Bir de yanında sevgilisi olduğu halde adama fingirdeyen kadınlar var. 
Onlar da başka bir vaka-i vakvakiye!
 
fortfolio'yu facebook'tan takip ediyor musunuz? 

4 Ağustos 2011 Perşembe

Zaman zamanı


Nadas zamanı, tatil zamanı, susma zamanı, sevişme zamanı, sabretme zamanı, dinlenme zamanı...
Benim inancımda bu. Zaman.
Zamanın gücüne ve doğru zamanlamaya inanırım.
Unutturur, hafifletir, pekiştirir, vazgeçtirir, gülümsetir. Nakittir, pırlantadır, asla geri gelmez.
Ona paha biçilemez!

Şimdi yazma zamanı.
Çok sustum değil mi?
Umudu kestin değil mi?
fortfolio mu tek derdim Allah aşkına?
Ölümden döndüm geldim, şaşırdım pamuk ipliğine bağlılardan biri de benmişim. Herkes gibi herkesmişim. Bende mi Brutus?
Hani hiç bize dokunmaz ya, hani hep başkalarının başına gelir hastalıklar, bir tanıdık diye anlatırız. Bu sefer de bir tanıdık, bana biraz fazla yakın!

fortfolio'nun suskunluğu blog yasaklarıyla başladı önce, tam bitti derken bir küçük salata mikrobu yüzünden karaciğerimin 3/4'ünü kaybederek bir hafta hastane, iki ay İzmir'de anane kucağında mecburi dinlenme... Sonrada sudan çıkmış balıkla yeniden ve istemeden İstanbul'a ayak uydurma çabaları...
Yazmak başka şeye benzemiyor, hem kolay hem çok zor; sen ilham de istersen ya da motivasyon, ben heves diyorum; o bir kere kaçtı mı zor geri geliyor.
Sokak sürpüntüsü gezenti hevesim "hastayım, unuttum yazmayı, aman zaten çabuk yoruluyorum, dur tatil yapalım" diye diye oyalandı durdu.

Ama şimdi yazma zamanı...
Dökülecekler birikti... Beynimin ruhuma sadık bir köşesi, diğer büyük ve tembel tarafa inat hep düşündü, hep küçük notlar aldı, hep ama hep okudu...

Şimdi yazma zamanı...
Çünkü ben yazmayınca sığ biri oluyorum. Abuk subuk ya da mantıklı, tek yönlü ya da beş taraflı farketmez, mutlaka yazmalıyım. Ama yazmadıkça yazamıyor, yazmadıkça kuruyorum. 

Hikayelerim olmayınca uyuz bir bitkiye dönüşüyorum. Çiçeksiz, renksiz, zamansız biten, kokusuz, tatsız.
Hem ben yazmadıkça düşünmüyorum da... Gerçekten!
Yazmadıkça unutuyor, yazmadıkça anlamıyorum. Yazmadıkça biraz salağım.
Ne yapalım bende kendimi böyle ifade ediyorum.
Harika yazdığımdan değil, yazmadıkça eksik olduğumdan geri geldim. Yazmadıkça huzursuz, yazmadıkça yüzeysel...

Ha tabii yeniden yazmaya başlayıp yayınlamamayı da tercih ederdim de... Onu da arkadaşlarım kadar hiç tanımadığım takipçilerin ısrarla yazıları beklemesinin ve beni tartaklamasının verdiği heves/mutluluğa bağlayalım.
Hala mesaj ve yorum alıyorsam benden umudu kesmemişsin demektir.
Hatta o yüzden aylar sonraki ilk yazımı da bana destek olmak adına (facebook-twitter-mail-friendfeed allah ne verdiyse) paylaşacaksın demektir :)

Şimdi yazma zamanı ama bu ayrılık beni biraz değiştirdi. (her ayrılıkta öyle olmaz mı)
fortfolio artık haftada bir yayınlanacak çünkü yazarı zaman içinde başka sürprizlere gebe.
Hem fortfolio artık daha interaktif olcak, sizin isteklerinizi ve taleplerinize daha dönük olacak. fortfolio@gmail.com parmaklarınızın klavyeye vurmasını bekliyor. Canınız ne isterse yazmak, fikir paylaşmak, yazı konusu vermek ya da dertleşmek için...

P.S: offf en zoru ilk yazıyı yazmak, bu açıklamayı yapmaktı. Bunu yapmamak için bir kaç hafta erteledim yeniden başlamayı. Bayat ve yedek yazılarım da yok hadi bana yardım edin, destek olun.
Hoşbuldum vallahi!


22 Mart 2011 Salı

Terlik, alarm, tını, söz.


Herkes aynı şeyleri yaşar.
Bir kadın bir erkek, tak fişi bitir işi, çin işi japon işi bunu yapan iki kişi. 
Herkes romantik yemek yer, herkes kıskançlıktan kavga eder, her kadın “ay benimki de bana böceğim diyor”; her erkek “benim hatun da tripcan” der.
Ama her ilişki de nev-i şahsına münasırdır. Hani deriz ya, X olmadan Y ile iliş'meyi yargılayamayız. Aynen öyle!

Şeytan'dır ayrıntıda gizli olan, detaydır farklılığı yaratan, ilişkiyi dönüştüren... Hem de küçücük bir detay.

Hiçbir hediye beni mutlu etmedi, o habersiz alınan bir çift terliğin ettiği kadar... O sıcaklıktı, o düşünmekti. Hem evde yer açmak, hem de üşümemem için efor sarfetmekti.
Üç liraya bir çift pembe pofuduk terlik, sana salak ve anlamsız gelir, benim için çok şey demek.

Hani sen X şehrinde, ben Y şehrinde, sabaha karşı saat 5. Telefonum uyandırmak için çaldığında.
Geceden “ararım” diye sözleşmeden, Z şehrine giden uçağı kaçırmayayım diye, alarmını kurup beni araman. Hem de dinlenmen gereken günde; uykudan konuşamaz haldeyken, beni uyandırman. Tatlı. 

Hani neşeyle sana güzel kariyer gelişmesini anlattıktan sonra sevinmen. Öylesine değil, merakla sorarak, içten tebrik ederek. Alışılmadık.  

Hani sesimdeki bir küçük tını ya da yüzümdeki bir küçük mimik düşmesi. Senin bunu farketmen. Dönüp hiç bozulmadan, kızmadan; açıklama yapmaya girişmen. Farklı.

Özür dilemeyi, teşekkür etmeyi, rica etmeyi bilmen. Abartmadan, es geçmeden, üşenmeden bu sözcükleri sarf etmen. Az bulunur.

Hani yazı seni adres edince; çantada keklik sanmak bir yana; "mutlu ettiğim için mutlu oldum, utandım" demen. Özel. 

Bu terlik, bu telefon, bu tını ve bu sözler yüzünden...
Burnumu boynuna dayayıp derin bir soluk alınca, tüm sorunları geride bırakmam.

2 Mart 2011 Çarşamba

Bir erkek, dört kadın.


Tık! Tık! Tık!
Ses 1-2 deneme!
Karşıt cinslerim, bir duyurum var!
Biz artık bir erkeğe dört kadın döneminde değiliz. Aaaa şaşırdınız mı? Nasıl ki siz savaşa gitmek, hayvan avlamak, tarla sürmek yerine, daha çok beyninizi çalıştırdığınız işlerde; kapalı plazaların açık ofislerinde çalışıyorsunuz. Biz de artık üç kadınla bir erkeği paylaşmıyoruz. Devir değişti, hem de her alanda, yolarız valla!

Tık! Tık! Tık!
Ses 1-2 deneme!
Hemcinslerim, size de bir sorum var.
Erkekler için kaçıncı kadın olduğunuzu biliyor musunuz? Hayır sırasıyla gelen, üçüncü, beşinci ya da “sen bu eve gelen ilk kızsın” sayısını irdelemiyorum. Şu anda, hayatınızda olan esas adamın hayatındaki hangi kadınsınız?

Tamam, kafanız karıştı. Hemen anlatıyorum. (Zaten ben bir türlü, ben kafama geleni çiziktireyim, anlamazlarsa daha “cool” olurum blogçularından olamadım.)

Bir erkek, dört kadın barındırır hayatında... 4+1 daire kurar, merkeze kendini koyar.

Birincisi esas kadın!
Onun gözünün içine bakılır. Hayatındadır ya da hayatına girsin diye çırpınılıyordur. O götürmelik değildir, ona yavşaklık yapılmaz, düşünceli davranılır, o akla gelince gülümsenir. O özeldir, onun kokusu içe çekilir, ona düşünülmüş hediyeler alınır, ona harcanan para helaldir. O aranır, ona özenilir.

İkincisi yazar kasa.
Senin baban bir yazardı evladım; önüne gelene yazardı. Eski bir arkadaştır o, belki de iş yerindeki bekar hatun. Ona yazılır. Flörtün suyu çıkana kadar hem de. Feysbuk, tivitır, msn yardımcı elemanlarıyla zekasına ve seksapeline iltifat edilir. Ona esas kızla olan sorunlar da anlatır, fanteziler de... Ayrıca onun seks hayatı da irdelenir. Dost gibidir ama insan dostuyla tost olmak ister mi hiç? 
Boku çıkarılmazsa zararsız flörtten, en fazla bir mastürbasyon karakteri olmaktan öteye gidilmez. O kadının egosu okşanır ama şefkat açı olduğu günlerde ümitleri de kabarabilir. O kadın işte o zaman, tehlikeli olur.

Üçüncüsü yedek telefon.
O aranmaz, sorulmaz öyle her daim. Hatun kişiyle ya daha önce tek vücut olunmuştur; ya da kolayca penetrasyon gerçekleşebileceği ihtimali göz kırpmasından alınmıştır. O güvencedir, o elimi sallasam ellisinin gözdesidir. O, bazen de barda tanışılan hatundur. Telefondan adı silinmez. Adı silinse, mesajı silinmez. Ona “hani hatırlıyor musun” cümleleri kurulur. Ona yağ çekilir, komiklikle yavşanır. Ona piç gibi davranılır. Onunla münasebetin mahşer saati, sabah erken saatlere denk gelir. Sabah o kadın yatakta, kaşına kaşına uyuyorsa; erkek şeytan görmüşe döner. Mümkünse geceden gitsin, hani alkol damarlarda cirit atmaya devam ederken... Çünkü onun kokusuna sadece sevişirken tahammül edilir.

Dördüncüsü next olmaz kontejanından ex.
O, geçmişte kalmıştır. Ondan bir şeyler öğrenilmiş, ona çok kızılmış, ona sırlar anlatılmıştır. O, masumiyet döneminin bir timsalidir. Kimi zaman gelir erkeğe göz kırpar. Bu geliş, içki sofrasında beynin flashback ile oyunu da olur, yolda karşılaşıp sığ bir “melaba naber” de olur. Ona geri dönülmez. Geri dönülmeyeceği halde, etkisi çok büyüktür. Çünkü o dündür ve dün bugünü etkiler. Onun yüzünden, esas kıza önyargılı davranılır, onun yüzünden bazen bir sözcükten korkulur.

Sevgili fortfolio okuru, bize ayrılan sürenin ve analizin sonuna geldik. Şimdi tekrardan yukarı çıkalım, erkekler duyurumu, kadınlar sorumu okusun.
Dağılabiliriz. 

(Digiturk eğer blogspot'u kapatmaya kararlıysa, ben de digiturk'u kapatmaya kararlıyım. #blogumadokunma ciddiyim!)

26 Şubat 2011 Cumartesi

Ölmeni istemiyorum.


Bana saçma sorularla gelmeyin. 
Nasıl gidiyor ilişkin?
Ne acaip bir soru bu! Ne cevap vereceğimi bilemiyorum...

a) iyi gidiyor (ne demekse...)
b) kötü gidiyor (çünkü şu sebepten, bak şimdi dinle!bla bla bla bla)
c) çok ateşli (uuuuuu)
d) monoton
e) sanane! (hani bu da söylenmiyor, kimisi boş boğazlıktan soruyor tamam da kimisi de gerçekten seni merak ediyor)

Cevap veriyorum; f) hepsi.
Şimdi zaten bir ilişkinin iyi gitmesi, kötü gitmesi diye bir şey yok. İlişkinin doğasına aykırı! 
Pazartesi harika, çok ateşli; salı kafasını kırmak istiyorum, kızgınlıktan kulaklarım tütüyor; çarşamba yüzünü görmek istemiyorum, çok kırgınım; perşembe ağaçlara kalp çizme niyetindeyim, çok aşığım.
Bu böyle. Olay bu. Bazen gün gün değişiyor, bazen hafta hafta. Ama hep bir dalgalanma mevcut. 
Doğası gereği, deniz gibi... İçinde her renk mevcut; koyu mavi, gri, yeşilimtrak, turkuaz, kurşuni...
Hani bazen düşünüyorum, iliş’mezken daha mı rahatız diye... Mutlu demedim bak, belki daha kendine dönük, belki daha dalgasız...
Sonra vazgeçiyorum, yok!

İliş’in dostlarım! Siz siz olun iliş’in!
İlişki yaşamak insanı başka bir yere taşıyor. Kalbi daha yumuşuyor; ailesi ve dostları dışında birini daha kabuk içine alıyor. Daha ılımlı, daha umutlu oluyor. Daha nazlı olabiliyor, nazını çekecek biri var diye... Daha paylaşımcı oluyor; bu bazen bir pizzayı, bazen kanapeyi, bazen hastalığı, bazen bir bardak votkayı paylaşmak oluyor.

Yalnızlık büyük hastalık; bu hastalık kalp soğumasıyla başlayarak ölüme kadar uzanıyor. Mecaz değil, gerçek ölüm.

Üstelik iliş-mezken daha rahat olduğumuz da koca bir yalan. Belki bir ay kafa dinlersin, sonra yine ava çıkarsın. Ciddi, lakayt, uzun, kısa, tek gecelik, beş gecelik... Avcının gözü hep açıktır.
Hem ilişkiye girmediğin zaman, bir ilişki peşinde daha fazla enerji harcıyorsun. İlla sevgili olmaktan, evlenmekten bahsetmiyorum yahu. Anlamsız seks için bile enerji harcıyorsun! 
Bu bir mesaj atmak bile olsa...
Haksız mıyım, iliş’memek daha çok uğraş ister!

O yüzden iliş’in dostlarım, iliş’in! 
Ne der Emre Yılmaz, "İlişki sipariş edilir. Satın alınır. Hak edilir. Hatta çalınır. Ama aşk sadece bulunuverir. Birdenbire." 
Yani iliş’in derken; laf olsun torba dolsun diye değil. Kandaki alkol; genital bölgeyi ısıtınca, bardaki kıza ilişin demiyorum. 
Kokusunu içine çektiğiniz tenle sevişin.
Kalbiniz ısınsın diye; ölmemek için.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Samanta değil sen dejeneresin!



Trueblood, Merlin, Spartakus izlediğim diziler. Will&Grace, Ally McBeal, Friends unutamadığım, sevdiğim diziler. Ama işin özü, ben en çok seni sevdim Sex and the City.
Evet 2005 yılında dizi versiyonu sona ermiş ve ardından iki sığ film versiyonuyla ağzımıza bir parmak bal çalmış olabilir. Evet ben her bölümünü birkaç kez izlemiş ve neredeyse replikleri ezbere biliyor olabilirim, yine de fingirdek başlangıç müziğini duyduğumdan itibaren 25 dakika kimse bana dokunmasın lütfen!

Önyargılardan kurtulup; Samanta’yı seks manyağı, Carrie’yi Big ve ayakkabı takıntılı, Charlotte’u beyaz atlı prensi bekleyen prenses ve Miranda’yı da sinirli ve şüpheci avukat olarak yorumlamaktan ötesine geçebilirseniz kelime oyunlarını, ilişki çıkmazlarını ve tabii ki zekice esprileri yakalayabilir ve her daim çok eğlenebilirsiniz.
Kimileri bu diziyi fazla dejenere ve yüksek sınıf şımarıklığı olarak yorumluyor. Sağlık ve aile sorunları olmayan ve iyi para kazanan dört şehirli kadından bahsediyoruz sonuçta. Türk dizilerindeki gibi, baş karakterin başına ağdalı ve acıklı tüm senaryolar gelmiyor!

Son zamanlarda Metropol New York ve Mega Köy İstanbul’da yaşanan ilişkilerin benzer ve benzemez yönlerine kafa yoruyorum. Düşündükçe de bu tarafı daha dejenere buluyorum, hatta ilişki yaşayabilenlere şaşkınlıkla bakıyorum.
Hani yeni bir ilişkiye başlamak yerine yeni bir dil öğrenmek, bir başka ülkeye yerleşmek ya da yeni bir işe sıfırdan başlamak bana daha olası geliyor.

Carrie’nin dünyasının kuralları belli; aynı anda bir kaç kişiyle flört edebilirsin ta ki birinden gerçekten hoşlanana kadar... Mega köyde ise her alanda olduğu gibi, ilişkiler de çorba. 
Çok fazla modern ile acayip bağnaz arasında sıkışıp kaldık, kimse ne istediğini bilmiyor. Erkekler feodal taraflarını ya gizlemeye çalışıyorlar ya da kendilerini bile inandırıyor bekaretin önemli olmadığına ve önemli olanın birlikte iyi vakit geçirmek olduğuna...
Kadınlar ise, ah kadınlar... Asıl problem onlardan çıkıyor, “hem eğlenirim, canım ne isterse onu yaparım, kimseye verilecek hesabım yok” diyor, hem de beyaz gelinlik içinde elindeki muhteşem çiçeği bekar kız arkadaşlarına doğru savurduğu sahneyi hayal ediyor.  
E ikisi bir arada şampuanlarından olmuyor tabii ki bu durum...
 
Erkekleri iyice şaşkın eden biziz! Düzgün kız yok diye yakınıyor, düzgün olabileceğini düşündüğü bir kızla flört edince coşuyor da coşuyor. Hatta güncel tabirle yazıyor da yazıyor. Aslında kelimenin tam anlamıyla yazıyor, internet sağolsun facebook, twitter ve msn sayesinde yazmak artık çok kolay. Boyundan ve hislerinden büyük imalarda bulunuyor.


Bu noktada senaryo iki yöne doğru ayrılıyor. Birincisinde diyelim ki esas kız ne yapacağını bilmiyor, belki daha öyle aman aman hoşlanmıyor, seyrine bırakıyor. Erkek kişisi önce bir arıyor, buluşma hevesiyle, diyelim ki kızımızın o gün havası yerinde değil, bir bahaneyle erteliyor. Oğlan kişisi yazmaya devam ediyor, öyle şahane, böyle harika laflarla... Çocuk ölüyor bitiyor yahu!
Sonra bir kez daha arıyor, o gün tesadüfen kızın gerrrçekten bir işi var. Belki bir arkadaşına söz vermiş ekemiyor, belki de işi geç saate kadar sürecek. Ve ardından, neredeyse aşık olduğuna yemin edebileceğiniz erkek kişisi ortadan yok oluyor, dıt dıt dıııııt!
Aradığınız kişiye artık ulaşılamıyor çünkü o bir daha ne arıyor ne soruyor. E hani ölüp bitiyordun, hani ben muhteşem bir şeydim? Bu kadar mı kolay birine bir şeyler hissediyor gibi davranmak ve bu kadar mı kolay bir anda vazgeçmek?

Neyse ikinci senaryoya geçiyorum. Bu senaryoda esas kızımız daha bir ilgili, “o-la-bi-lir” diye düşünüyor.
Çocukla görüşüyor, sinemaya gidiyor, yemeğe gidiyor. Evde pizza&şarap eşliğinde film izlemek pek bir moda ya, onu da yapıyorlar. Esas oğlan pek bir ilgili gene, kız da iltifatlara karşılık veriyor, yaşasın flörtöz ortamlardan ortam beğeniyorlar. En fazla 4-5 görüşme sonrasında öpüşme geliyor, ardından da sevişiyorlar. Ve çocuk gene ortadan kayboluyor ki biz buna aramızda “vınnn” diyoruz. 

-Ne oldu seninki kızım?
Vınn oldu cevabı, hmmm deyip anlayan bakışlar ve sessizlikle noktalanıyor. Kimse  “anlamış gibi” yapmıyor. Çünkü bu hikayeyi bir arkadaşımın arkadaşı yaşamıştı durumunu çoktan aştık.
Vın Turizmin değerli yolcuları, gittiğiniz yol, yol değil, bilmeniz lazım!

Esas oğlan bir de ardından “iyi de ben sana bir ilişki vaat etmemiştim” demiyor mu al orda kafasını duvara çarp, beyni dağılsın.
E güzel çocuğum biz niye görüştük o zaman o kadar sık? Benim bir tane daha arkadaşa ihtiyacım olmadığı gibi zaten arkadaşlık da böyle kurulmaz
Şimdi ne yaşadık biz? Anlayan bana da anlatsın lütfen!
İlişki istemiyordun, işlerin yoğundu hatta bir de kafan karışıktı, o zaman niye üstüme geldin? 
Senin karşında üniversite okumuş, eli para tutan, kafası çalışan modern genç bir kadın var, çocuk gibi kandırılmaya ihtiyacı yok ki... Dürüst ol, ciğerimi ye! Nedir o öyle 18. Yüzyıl aristokrat kibarlıkları, Don Juan tavlama taktikleri... Nereden öğreniyorsunuz bunları?

Diyeceğim odur ki, bugün asıl dejenere olan biziz. Yoz deyip burun kıvırdıklarımız hiç değilse daha dürüstler, ne istediklerini biliyorlar. Bizimse üstü cila altını kazıyınca kof çıkıyor. Yeteneksizsiniz, dejeneresizsiniz!

Türkiye her alanda son 10-15 yıl içinde inanılmaz bir hızla atlamalar yaptı. Dün; jean sadece yurtdışına gidenlerin giyebildiği bir ürün iken, bugün dünya çapında moda tasarımcılarımız var. E tabii bu hızın da bir bedeli var...
Aynı hız (gelişme diyemeyeceğim maalesef) ilişkilerde de var. Olmadığımız gibi bir şey gibi görünmeye çalıştığımız için bu durum bir kaç beden büyük geliyor.

Anne-babanızın ilişki kuruluşları size de eski Türk filmlerinin komik senaryoları gibi gelmiyor mu yoksa?

21 Şubat 2011 Pazartesi

istemiyorum.

İstemiyorum ego savaşları olsun.
Karşımdaki benim yüzünden kendini salak, yetersiz hissetsin. Pişmanlık hissi uyansın, sadece vicdanına dokunduğu için ya da “üzülme, kıyamam” diye çabalasın.
İstemiyorum bunları.
Bunlardan soyunsun da gelsin. Sadece ben olduğum için ve sadece beni istediği için gelsin. Sadece kendisi olarak gelsin.

İstemiyorum oyunlar oynayayım. İçimden geldiği gibi davranmayayım... İlgilenmiyor gibi yapayım, arada yalan yanlış kıskandırayım. “Yakışıklısın, tatlısın, seksisin sevgilim” demeyip çokça burnumu boynuna dayayıp nefes almak yerine burnunu sürteyim. İstemiyorum.
Ya poz kesmek uğruna yarın o nefesi alamazsam? Ya, aman belli etmeyeyim, üstüne düşmeyeyim, ona çelme takayım diye diye yarın bende belli edecek his kalmazsa... O yüzden dolu dolu sarılmalı, çokca iltifat etmeli, delilikler yapmalıyım! Sokak ortasında “seviyorum ulen” diye bağırmalıyım.

İstemiyorum kendimi matah bir şeymiş gibi göstereyim, allayıp pullayayım... Ben sade, ben yalın olayım. Herkese değil belki ama kalbimdekine karşı yumuşak başlı ve mütevazi olayım. O farketsin ona özel davrandığımı ve o bilsin değerimi... Yoksa siz hala, sıkılmadınız mı kendinizi birine anlatmaya çalışmaktan...

İstemiyorum şüpheler solucan gibi beynimi sarsın, kıskançlıktan karnım ağrısın, güvensizlikten huysuzlaşayım. İnsanoglu çiğ süt emmiş ama sırtını dönüp kendini fütursuzca düşmeye bırakabilecek kadar güven olsun. Öteki taraf tutmazsa, onun ayıbı olsun. Güveni kazanmak için düşen de tutan da çırpınsın.

İstemiyorum, manasız manalarda kaybolmak... Kravat hediye ederse boynuma ilmiği geçirmek ister, yüzük ise  evlenmek ister, çikolata kutusunun rengi de kırmızıysa simgesel olarak aşık demek. Hadi canım sende! Nasıl ki her insanın ten kokusu, ötekinden farklıysa... Arızası, adımları, astarı da farklı. Önyargılar, genel geçerler üstümüzden geçmesin.

İstemiyorum, benim adıma karar versin. Herkesin adı, herkesin kararı kendine! Ben kızarım diye aklındakini söylemekten kaçmasın, saklamak da yalandır, unutmasın!

İstemiyorum huysuz olmak, acısını en yakından çıkarmak. İstemiyorum uzak olmak, hayaline girememek. İstemiyorum laf sokmak, çatal dilli olmak.

Issız adaya düşersem yanıma götüreceğim üçlü; huzur, tutku, kahkaha olsun.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Çok renkli sesler korosundan kanon

  4 yakın kız arkadaşım var benim, dördünün de birbiriyle alakası yok!

Mağdurella a.k.a dışlanan kız: içe dönük, içi zengin, asosyal hatun. Çok kitap okuyan, insan sevmeyen, aksi, yabani, depresif, felsefi düşüncelere dalan. Kaba biri, patavatsız. Espri yaptım sanıp üst üste çam devirmeleriyle meşhur.
Lisedeyken pek bi dışlamışlar bunu. Kaç tane arkadaşı olmuş, kaç tanesiyle kavgalı ayrılmış sayısını hatırlamıyor. Hep sivrilikleri, patavatsızlıkları yüzünden. Azcık fesat ama aslında iyi kız. Çok dışlandığı için böyle hafif yabani kalmış. Büyüdü, hala dışlanıcam korkusunu atamadı üstünden. Bu yüzden dikkat etse ya, ağzından çıkanlara... Nerede... Giyim tarzı hafif özenti, herkesin giydiği şeyleri giyip bari bu safhada dışlanmayan olma niyetinde. Çekicilikte noksan. Çok sevgilisi olmamış, genelde yalnız, film izlemeye bayılıyor. 

 Hippicik a.k.a. Asi kız: Alıp başını gidesi var hep. Gücü var, hayat enerjisi var, gençliği var, biraz cesareti noksan. Şehir hayatından hoşlanmıyor. Liseden sonraki yaz basmış Fransa’ya gitmiş, kafasına göre şehir şehir takılmış. Üniversite sınav sonucunu bile, Bastille’de bir sabah kaybolduğu esnada babasından gelen telefonla öğrenmiş. Lisedeyken bir otelde animatörlük, üniversitedeyken festivallere katılan gruplara yurtdışında rehberlik yapmış. Tiyatro delisi, bunu bıraksak her hafta yeni oyun izler. İzlemekle kalmaz, icra etmeye de yeltenir. Lisede az sahnelerde tepinmemiş, hevesi kursağında kalıvermiş. En sevdiği yer sorulunca Ege’de küçük bir balıkçı kasabasının ismini veriyor, bundan da gurur duyuyor. İstanbul’da yaşıyor ama trafiğinden, havasından, kromatiklerinden pek müzdarip. Yakın zamanda, yaşlanmayı beklemeden Ege’deki kasabaya taşınmakla, Kanada vatandaşlığına başvurup, Montreal’de küçük bir pub’ın garsonu olma hayali arasında gidip geliyor. Kılık-kıyafet onun için boş işler, iki elbise, iki tshirt bir kotla sürekli idare edebilir. İlişkilerde hep kaçan taraf olduğu için kovalayanı çok. Çocuk falan istemiyor, iyice bir gezeyim 40’lı yaşlarda yapar, tüm hücrelerimi de yenilerim diyor. Ortalama güzellikte ama bakımsız bir tip, orta uzunlukta saçları ve kısacık kesilmiş ojesiz tırnakları var. 

 Feminist a.k.a. Parti kız: dergi editörü, iş hayatını seven, kız kıza gezmeye bayılan, blog yazarı, geleceği parlak. Küçük çaplı erkek düşmanı. Hiç birine güvenmiyor, güvenilmemesi gerektiğine inanıyor. Arkadaşlarını da hep uyarıyor. Flörtöz, ilişkilerde pek iyi niyetli değil, şanssız ve güvenilmez. Üniversitenin en popüler kızı olmuş, öyle ki kendinden büyük sınıflar tarafından “okulun en güzel kızı” ilan edilmiş, haberi olmamış. Okulun en güzel diğer kızı mı? Tabii ki en yakın arkadaşı.
Modaya, yükselen trendlere aşina. Parası olduğu anda, alışverişe koşuyor, dış görünümüne önem veriyor. Güzel olduğu kadar da havalı, bir o kadar kibirli ve küstah! Her popüler kız gibi, dili sivri, insanları dış görünümünden yargılıyor. Eğlenceli ve komik biri. Kısa, havalı bir saç kesimi ve kabarık bir telefon listesi var. Eski sevgilileri arasında ünlü oyuncular ve mankenler mevcut. Evlenesi tabii ki yok, flört etmeye bayılıyor. Dans etmeye ve içki içmeye bayıldığı için mi bilemem ama arkadaş partilerinin de olmazsa olmazı! Yemek yapmayı sevmez ama çok lezzetli kokteyller uydurur. 
Geyşa a.k.a. domez kız: ben bilmem sevgilim bilir kızı. Aman sevgilim bir şey demese de ben o olmadan çok geç vakte kadar dışarda kalmayayım, içine kurt düşmesin. Aman onun arkadaşlarıyla olalım, benimkilerle sonra tanışır. Sevdiği yemeği pişireyim, çamaşırlarını bile yıkamaktan zevk alıyorum, benimle flört edeni bir güzel tersleyeyim kafasında bu cancağzım. Azıcık saf, iki güzel söze kanar. Çocuk sahibi olmak istiyor, mümkün olduğunca erken. Uzun lepiska saçları ve uzun ilişkileri olmuş. Geyşa ruhundan mıdır şansından mıdır bilinmez, erkekler onu uzun süre unutamaz. Gider, geri döner, yıllar sonra bir gece vakti ararlar.

Hayır, zannettiğiniz gibi değil. 
Elif Şafak’ın Siyah Süt kitabındaki karakterlere özenmedim ya da kendi SATC’mi oluşturmadım. 
Bu arkadaşlar var. Yazdıklarımın her biri doğru. 
Lisede dışlanan çirkin ördek yavrusu da benim, üniversite sınav sonucunu Bastille’de kaybolmuşken öğrenen, Ege’de yaşama hayali kuran hippi de, popüler parti kızı da benim, geyşa ruhlu saftorik de... Her biri, bir diğeri olmasaydı eksik kalırdı. 

Sex and the City dizisinin neden o kadar çok tuttuğunu biliyor musunuz? Çünkü her daim tutan basit ve akılcı bir denkleme dayanıyordu. 1900 yılında yazılmış olan Oz Büyücüsü’ndeki karakterler denklemi... Biri kalbi, biri cesareti, öteki aklı ve diğeri özgürlüğü olmayan 4 karakterin bir araya gelmesi ve beraber yolculuğa çıkmasıyla muhteşem bir hikaye oluşur. 

Benim hikayem de biraz böyle... Bazen kalpsiz, bazen korkak, kimi zaman akılsız, kimi zaman da esir alınmış hissetmem tam da bu sebepten... İkizler burcu olmamdan ve onların da ikizleriyle dört kişilik bir çekirdek aileyi bünyemde barındırmaktan değil eserekliğim...
Bu böyle. Hepsi de iyi ki varlar. Eksik kalmamam için. 

Yoksa siz kendinizi sadece tek ruha mı ait hissediyorsunuz?

6 Şubat 2011 Pazar

İsteyenin bir yüzü...


 Güzel fotoğraflar biriktirmek istiyorum.


Hayır dağ, taş, simit peşinde martı, sümüklü sokak çocuğu, sigara içen yaşlı, dişsiz ve kırışıklı dede kareleri değil. Onları fotoğrafçılığa yeni atılan amatörler çeksin, ilk kendileri çekiyormuşcasına...


Ben, tüm bencilliğimle, kendi karelerimden bahsediyorum. Gülen, kahkaha atan, 32 diş, burun kırıştıran, azıdaki dolguyu gösteren cinsten kahkahalarla dolu...


Yüzmek istiyorum, bulabildiğim her fırsatta! Havuzda değil, denizde. Kendimi okyanusun bir parçası hissetmek, dünyanın öbür ucunda aynı anda denize giren biriyle saçma bir bağım oldugunu düşünmek, derinden yüzeye doğru yavaşça çıkarken yüz bin baloncuk arasında güneşle kesişmek, nefesimin son anına kadar suyun altında kalmak istiyorum. Can hıraş su yüzüne çıkınca “oh be” nefesinde yaşadığımı hissetmek istiyorum.


İçmek istiyorum. Sıcacık bir kahve, buz gibi bir bira, limonu acısı kıvamında bir bloody mary, nanesi bol mojito ya da rengine doyulmaz bir roze... Mümkünse arkadaşlarla, keyifli bir masa çevresinde...


Gezmek istiyorum. Montreal, New York, Hong Kong,Yeni Delhi, Massai Mara, Santiago, Venedik, Barselona, Pecs, Paris, Berlin...
Her şehirden bir kare, içinde ben olayım! Ben galiba, en çok gezmek istiyorum!


Öpüşmek istiyorum. Uzun, kısa, kaçamak, ulu orta, ıslak, küçük... Gülümseyerek.


 Bu aralar yaz gelsin istiyorum, üşümekten kat kat lahana bebek gibi giyinmekten çok sıkıldım. Sıcak kumda ayağım yansın, tiril elbiseler tenimi sarsın, sandaletlerim kış uykusundan uyansın, tenim bronz, saçlarım ılık esintide salınır olsun.


Yazmak istiyorum. Ona buna değil, kağıda, deftere, bilgisayara, telefona, kitaba... Deneme, saçmalık, aforizma, öykü, röportaj, roman... Beynim susmasın, ilham kaçmasın, tatmin durmasın!


Okumak istiyorum. Kitapları ve insanları... Çoğu zaman sadece romanları.


Yemek istiyorum. Mangal çuprası, roka, enginar, taze fasulye, bakla, pırasalı pilav, çiğ somon, az pişmis et, anane köftesi, soslu makarna, ıspanaklı börek, üç peynirli kahvaltı...


 Kare şeklinde, içine küçük bir masa alabilen rengarenk bir mutfak istiyorum. Sıkış tepiş olmadan, güzel yemekler hazırlamak, domez bünyemle basit ama şık sofralarda sevdiklerimi doyurmak istiyorum.


 Haberleri, kötü biten filmleri izlemek istemiyorum. 
 Yetinmek istiyorum. Daha fazlasına gerek olmasın, gözüm aç kalmasın. Benim olan en güzelidir, az çoktur zaten. İnsani içgüdüden çıkıp elimdekiyle mutlu, çok mutlu olmak istiyorum.

4 Şubat 2011 Cuma

Miş-muş. Öyleyken böyle-imiş. Haberim yok-muş.



Özlemek, özlemek, özlemek-miş. Bazen sırf bu sebepten bile bile birbirinin canını acıtmak, bazen özlemenin şekerli tadına varmak-mış. O ilk sarılışa paha biçilemez-miş.

Onu her göreceğin gün; özenle hazırlanmak, tekrar tekrar heyecanlanmak-mış. Pamuklu pijamalarımı ve kız arkadaşlarımla vakit geçirmeyi özledim, dostlarımı ihmal ettim derdi yok-muş.

Normalin kat be kat üstü telefon konuşması yapmak-mış. Çalınca gülümsemek, açınca ortamdan uzaklaşmak, bir dolu bir boş konuşmak, bazen kahkaha krizi bazen tripcan homurlanmalar yapmak, kapatırken gülümsemek-miş.

Telefonla yetinmemek, skype’da kamera açmak, sms, mms, fb, mail, twitter mesajları atmak-mış.

Yolların kısalması, bir yandan uzaması-ymış. Varış çok kısa, dönüş çok uzun-muş.

Zaman kavramının da aptala bağlaması-ymış. Ondan uzaktayken, ona yaklaşan günlerin geçmek bilmemesi, ona değerken anların çoğalması ama zamanın çokça hızlanması-imiş. 

Acayip-miş. Her an yanı başında olabilecek bir çoklarından; daha yoğun hissi uzaktan hissettiren olması-imiş. 

Yanında olunca, her anın değerini bilmek-miş. 

Durup dururken hüzünlenmek-miş. Şimdi niye burada değil, bu arkadaşımla keşke tanışabilseydi, bu davette elimi tutsaydı, bak çok canım sıkıldı evde boş boş oturuyorum, şu filmi sadece onunla görmek istiyorum nidaları arasında...

Tanımadığım his kıskançlık derken kıskanmak-mış. O kız, bu kadın, berikinden değil. Yanında olabilen herhangi bir arkadaşını kıskanmak.

“Kavga ettik” diye boktan bir sebep sunan arkadaşına, “salak değerini bilsene yanındakinin” diye bağırmak istemek-miş.

Öyle pek kavga nedir bilmemek-miş ama kavga edince kolay kendine gelememek-miş. 

Aklının bi köşesinin hep 450 km uzakta olması-ymış.

Lanet etmek-miş kaderine. Nereden çıktı bu, bak hep bir parçam eksik gibi demek, sonra şükretmek-miş. Ne olursa olsun, iyi ki var-mış. İyi ki doğ-muş. İyi ki gel-miş. İyi ki “şimdi seni öpersem ne yaparsın” de-miş.

Thy, atlas, pegasus, anadolu jet sitelerine hep bakmak-mış. Kimselere haftasonu program sözü verememek-miş. Öbür hafta gider miyim, Pazar gece mi Pazartesi sabah mı dönerim soru işaretleriyle.

Şaşırmak-mış. Telefondaki en küçük bir ses değişimini hisseden olunca. Değerli hissetmek-miş.

Bugünde değil daha çok yarın da olmak-mış. Hep plan yapmak-mış. Sen ne zaman gelirsin, ben ne zaman gelirim, senin işin, benim işim, bodrum’a kaçarız değil mi, yılbaşında kimin arkadaşlarıyla olsak, hadi nolur mayıs gelse de sen dönsen...

Aptal gibi gözlerinin dolması-imiş. Hani geçici ayrılığa 10 saat kala, “olmak istediğim yer burası” deyip sarılanın gözlerine bakarken.

Uzak ilişki yaşamak öyleyken böyle-imiş. Güzelmiş, sıcakmış, garipmiş, uzakmış ama en yakın olandan daha bile yakınmış.

Bilmez-mişim. Öğren-mişim. Bir de bütün bunları anlamak idrak etmek-miş. 
çokopirens-miş; mutluluk-muş:)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...