Trueblood, Merlin, Spartakus izlediğim diziler. Will&Grace, Ally McBeal, Friends unutamadığım, sevdiğim diziler. Ama işin özü, ben en çok seni sevdim Sex and the City.
Evet 2005 yılında dizi versiyonu sona ermiş ve ardından iki sığ film versiyonuyla ağzımıza bir parmak bal çalmış olabilir. Evet ben her bölümünü birkaç kez izlemiş ve neredeyse replikleri ezbere biliyor olabilirim, yine de fingirdek başlangıç müziğini duyduğumdan itibaren 25 dakika kimse bana dokunmasın lütfen!
Önyargılardan kurtulup; Samanta’yı seks manyağı, Carrie’yi Big ve ayakkabı takıntılı, Charlotte’u beyaz atlı prensi bekleyen prenses ve Miranda’yı da sinirli ve şüpheci avukat olarak yorumlamaktan ötesine geçebilirseniz kelime oyunlarını, ilişki çıkmazlarını ve tabii ki zekice esprileri yakalayabilir ve her daim çok eğlenebilirsiniz.
Kimileri bu diziyi fazla dejenere ve yüksek sınıf şımarıklığı olarak yorumluyor. Sağlık ve aile sorunları olmayan ve iyi para kazanan dört şehirli kadından bahsediyoruz sonuçta. Türk dizilerindeki gibi, baş karakterin başına ağdalı ve acıklı tüm senaryolar gelmiyor!
Son zamanlarda Metropol New York ve Mega Köy İstanbul’da yaşanan ilişkilerin benzer ve benzemez yönlerine kafa yoruyorum. Düşündükçe de bu tarafı daha dejenere buluyorum, hatta ilişki yaşayabilenlere şaşkınlıkla bakıyorum.
Hani yeni bir ilişkiye başlamak yerine yeni bir dil öğrenmek, bir başka ülkeye yerleşmek ya da yeni bir işe sıfırdan başlamak bana daha olası geliyor.
Carrie’nin dünyasının kuralları belli; aynı anda bir kaç kişiyle flört edebilirsin ta ki birinden gerçekten hoşlanana kadar... Mega köyde ise her alanda olduğu gibi, ilişkiler de çorba.
Çok fazla modern ile acayip bağnaz arasında sıkışıp kaldık, kimse ne istediğini bilmiyor. Erkekler feodal taraflarını ya gizlemeye çalışıyorlar ya da kendilerini bile inandırıyor bekaretin önemli olmadığına ve önemli olanın birlikte iyi vakit geçirmek olduğuna...
Kadınlar ise, ah kadınlar... Asıl problem onlardan çıkıyor, “hem eğlenirim, canım ne isterse onu yaparım, kimseye verilecek hesabım yok” diyor, hem de beyaz gelinlik içinde elindeki muhteşem çiçeği bekar kız arkadaşlarına doğru savurduğu sahneyi hayal ediyor.
E ikisi bir arada şampuanlarından olmuyor tabii ki bu durum...
Erkekleri iyice şaşkın eden biziz! Düzgün kız yok diye yakınıyor, düzgün olabileceğini düşündüğü bir kızla flört edince coşuyor da coşuyor. Hatta güncel tabirle yazıyor da yazıyor. Aslında kelimenin tam anlamıyla yazıyor, internet sağolsun facebook, twitter ve msn sayesinde yazmak artık çok kolay. Boyundan ve hislerinden büyük imalarda bulunuyor.
Bu noktada senaryo iki yöne doğru ayrılıyor. Birincisinde diyelim ki esas kız ne yapacağını bilmiyor, belki daha öyle aman aman hoşlanmıyor, seyrine bırakıyor. Erkek kişisi önce bir arıyor, buluşma hevesiyle, diyelim ki kızımızın o gün havası yerinde değil, bir bahaneyle erteliyor. Oğlan kişisi yazmaya devam ediyor, öyle şahane, böyle harika laflarla... Çocuk ölüyor bitiyor yahu!
Sonra bir kez daha arıyor, o gün tesadüfen kızın gerrrçekten bir işi var. Belki bir arkadaşına söz vermiş ekemiyor, belki de işi geç saate kadar sürecek. Ve ardından, neredeyse aşık olduğuna yemin edebileceğiniz erkek kişisi ortadan yok oluyor, dıt dıt dıııııt!
Aradığınız kişiye artık ulaşılamıyor çünkü o bir daha ne arıyor ne soruyor. E hani ölüp bitiyordun, hani ben muhteşem bir şeydim? Bu kadar mı kolay birine bir şeyler hissediyor gibi davranmak ve bu kadar mı kolay bir anda vazgeçmek?
Neyse ikinci senaryoya geçiyorum. Bu senaryoda esas kızımız daha bir ilgili, “o-la-bi-lir” diye düşünüyor.
Çocukla görüşüyor, sinemaya gidiyor, yemeğe gidiyor. Evde pizza&şarap eşliğinde film izlemek pek bir moda ya, onu da yapıyorlar. Esas oğlan pek bir ilgili gene, kız da iltifatlara karşılık veriyor, yaşasın flörtöz ortamlardan ortam beğeniyorlar. En fazla 4-5 görüşme sonrasında öpüşme geliyor, ardından da sevişiyorlar. Ve çocuk gene ortadan kayboluyor ki biz buna aramızda “vınnn” diyoruz.
-Ne oldu seninki kızım?
Vınn oldu cevabı, hmmm deyip anlayan bakışlar ve sessizlikle noktalanıyor. Kimse “anlamış gibi” yapmıyor. Çünkü bu hikayeyi bir arkadaşımın arkadaşı yaşamıştı durumunu çoktan aştık.
Vın Turizmin değerli yolcuları, gittiğiniz yol, yol değil, bilmeniz lazım!
Esas oğlan bir de ardından “iyi de ben sana bir ilişki vaat etmemiştim” demiyor mu al orda kafasını duvara çarp, beyni dağılsın.
E güzel çocuğum biz niye görüştük o zaman o kadar sık? Benim bir tane daha arkadaşa ihtiyacım olmadığı gibi zaten arkadaşlık da böyle kurulmaz.
Şimdi ne yaşadık biz? Anlayan bana da anlatsın lütfen!
İlişki istemiyordun, işlerin yoğundu hatta bir de kafan karışıktı, o zaman niye üstüme geldin?
Senin karşında üniversite okumuş, eli para tutan, kafası çalışan modern genç bir kadın var, çocuk gibi kandırılmaya ihtiyacı yok ki... Dürüst ol, ciğerimi ye! Nedir o öyle 18. Yüzyıl aristokrat kibarlıkları, Don Juan tavlama taktikleri... Nereden öğreniyorsunuz bunları?
Diyeceğim odur ki, bugün asıl dejenere olan biziz. Yoz deyip burun kıvırdıklarımız hiç değilse daha dürüstler, ne istediklerini biliyorlar. Bizimse üstü cila altını kazıyınca kof çıkıyor. Yeteneksizsiniz, dejeneresizsiniz!
Türkiye her alanda son 10-15 yıl içinde inanılmaz bir hızla atlamalar yaptı. Dün; jean sadece yurtdışına gidenlerin giyebildiği bir ürün iken, bugün dünya çapında moda tasarımcılarımız var. E tabii bu hızın da bir bedeli var...
Aynı hız (gelişme diyemeyeceğim maalesef) ilişkilerde de var. Olmadığımız gibi bir şey gibi görünmeye çalıştığımız için bu durum bir kaç beden büyük geliyor.
Anne-babanızın ilişki kuruluşları size de eski Türk filmlerinin komik senaryoları gibi gelmiyor mu yoksa?