fortfolio işte...

biraz şehir, biraz ilişki, biraz kadın, biraz erkek, biraz yalnız, biraz komik, biraz hikaye, biraz gerçek.

26 Şubat 2011 Cumartesi

Ölmeni istemiyorum.


Bana saçma sorularla gelmeyin. 
Nasıl gidiyor ilişkin?
Ne acaip bir soru bu! Ne cevap vereceğimi bilemiyorum...

a) iyi gidiyor (ne demekse...)
b) kötü gidiyor (çünkü şu sebepten, bak şimdi dinle!bla bla bla bla)
c) çok ateşli (uuuuuu)
d) monoton
e) sanane! (hani bu da söylenmiyor, kimisi boş boğazlıktan soruyor tamam da kimisi de gerçekten seni merak ediyor)

Cevap veriyorum; f) hepsi.
Şimdi zaten bir ilişkinin iyi gitmesi, kötü gitmesi diye bir şey yok. İlişkinin doğasına aykırı! 
Pazartesi harika, çok ateşli; salı kafasını kırmak istiyorum, kızgınlıktan kulaklarım tütüyor; çarşamba yüzünü görmek istemiyorum, çok kırgınım; perşembe ağaçlara kalp çizme niyetindeyim, çok aşığım.
Bu böyle. Olay bu. Bazen gün gün değişiyor, bazen hafta hafta. Ama hep bir dalgalanma mevcut. 
Doğası gereği, deniz gibi... İçinde her renk mevcut; koyu mavi, gri, yeşilimtrak, turkuaz, kurşuni...
Hani bazen düşünüyorum, iliş’mezken daha mı rahatız diye... Mutlu demedim bak, belki daha kendine dönük, belki daha dalgasız...
Sonra vazgeçiyorum, yok!

İliş’in dostlarım! Siz siz olun iliş’in!
İlişki yaşamak insanı başka bir yere taşıyor. Kalbi daha yumuşuyor; ailesi ve dostları dışında birini daha kabuk içine alıyor. Daha ılımlı, daha umutlu oluyor. Daha nazlı olabiliyor, nazını çekecek biri var diye... Daha paylaşımcı oluyor; bu bazen bir pizzayı, bazen kanapeyi, bazen hastalığı, bazen bir bardak votkayı paylaşmak oluyor.

Yalnızlık büyük hastalık; bu hastalık kalp soğumasıyla başlayarak ölüme kadar uzanıyor. Mecaz değil, gerçek ölüm.

Üstelik iliş-mezken daha rahat olduğumuz da koca bir yalan. Belki bir ay kafa dinlersin, sonra yine ava çıkarsın. Ciddi, lakayt, uzun, kısa, tek gecelik, beş gecelik... Avcının gözü hep açıktır.
Hem ilişkiye girmediğin zaman, bir ilişki peşinde daha fazla enerji harcıyorsun. İlla sevgili olmaktan, evlenmekten bahsetmiyorum yahu. Anlamsız seks için bile enerji harcıyorsun! 
Bu bir mesaj atmak bile olsa...
Haksız mıyım, iliş’memek daha çok uğraş ister!

O yüzden iliş’in dostlarım, iliş’in! 
Ne der Emre Yılmaz, "İlişki sipariş edilir. Satın alınır. Hak edilir. Hatta çalınır. Ama aşk sadece bulunuverir. Birdenbire." 
Yani iliş’in derken; laf olsun torba dolsun diye değil. Kandaki alkol; genital bölgeyi ısıtınca, bardaki kıza ilişin demiyorum. 
Kokusunu içine çektiğiniz tenle sevişin.
Kalbiniz ısınsın diye; ölmemek için.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Samanta değil sen dejeneresin!



Trueblood, Merlin, Spartakus izlediğim diziler. Will&Grace, Ally McBeal, Friends unutamadığım, sevdiğim diziler. Ama işin özü, ben en çok seni sevdim Sex and the City.
Evet 2005 yılında dizi versiyonu sona ermiş ve ardından iki sığ film versiyonuyla ağzımıza bir parmak bal çalmış olabilir. Evet ben her bölümünü birkaç kez izlemiş ve neredeyse replikleri ezbere biliyor olabilirim, yine de fingirdek başlangıç müziğini duyduğumdan itibaren 25 dakika kimse bana dokunmasın lütfen!

Önyargılardan kurtulup; Samanta’yı seks manyağı, Carrie’yi Big ve ayakkabı takıntılı, Charlotte’u beyaz atlı prensi bekleyen prenses ve Miranda’yı da sinirli ve şüpheci avukat olarak yorumlamaktan ötesine geçebilirseniz kelime oyunlarını, ilişki çıkmazlarını ve tabii ki zekice esprileri yakalayabilir ve her daim çok eğlenebilirsiniz.
Kimileri bu diziyi fazla dejenere ve yüksek sınıf şımarıklığı olarak yorumluyor. Sağlık ve aile sorunları olmayan ve iyi para kazanan dört şehirli kadından bahsediyoruz sonuçta. Türk dizilerindeki gibi, baş karakterin başına ağdalı ve acıklı tüm senaryolar gelmiyor!

Son zamanlarda Metropol New York ve Mega Köy İstanbul’da yaşanan ilişkilerin benzer ve benzemez yönlerine kafa yoruyorum. Düşündükçe de bu tarafı daha dejenere buluyorum, hatta ilişki yaşayabilenlere şaşkınlıkla bakıyorum.
Hani yeni bir ilişkiye başlamak yerine yeni bir dil öğrenmek, bir başka ülkeye yerleşmek ya da yeni bir işe sıfırdan başlamak bana daha olası geliyor.

Carrie’nin dünyasının kuralları belli; aynı anda bir kaç kişiyle flört edebilirsin ta ki birinden gerçekten hoşlanana kadar... Mega köyde ise her alanda olduğu gibi, ilişkiler de çorba. 
Çok fazla modern ile acayip bağnaz arasında sıkışıp kaldık, kimse ne istediğini bilmiyor. Erkekler feodal taraflarını ya gizlemeye çalışıyorlar ya da kendilerini bile inandırıyor bekaretin önemli olmadığına ve önemli olanın birlikte iyi vakit geçirmek olduğuna...
Kadınlar ise, ah kadınlar... Asıl problem onlardan çıkıyor, “hem eğlenirim, canım ne isterse onu yaparım, kimseye verilecek hesabım yok” diyor, hem de beyaz gelinlik içinde elindeki muhteşem çiçeği bekar kız arkadaşlarına doğru savurduğu sahneyi hayal ediyor.  
E ikisi bir arada şampuanlarından olmuyor tabii ki bu durum...
 
Erkekleri iyice şaşkın eden biziz! Düzgün kız yok diye yakınıyor, düzgün olabileceğini düşündüğü bir kızla flört edince coşuyor da coşuyor. Hatta güncel tabirle yazıyor da yazıyor. Aslında kelimenin tam anlamıyla yazıyor, internet sağolsun facebook, twitter ve msn sayesinde yazmak artık çok kolay. Boyundan ve hislerinden büyük imalarda bulunuyor.


Bu noktada senaryo iki yöne doğru ayrılıyor. Birincisinde diyelim ki esas kız ne yapacağını bilmiyor, belki daha öyle aman aman hoşlanmıyor, seyrine bırakıyor. Erkek kişisi önce bir arıyor, buluşma hevesiyle, diyelim ki kızımızın o gün havası yerinde değil, bir bahaneyle erteliyor. Oğlan kişisi yazmaya devam ediyor, öyle şahane, böyle harika laflarla... Çocuk ölüyor bitiyor yahu!
Sonra bir kez daha arıyor, o gün tesadüfen kızın gerrrçekten bir işi var. Belki bir arkadaşına söz vermiş ekemiyor, belki de işi geç saate kadar sürecek. Ve ardından, neredeyse aşık olduğuna yemin edebileceğiniz erkek kişisi ortadan yok oluyor, dıt dıt dıııııt!
Aradığınız kişiye artık ulaşılamıyor çünkü o bir daha ne arıyor ne soruyor. E hani ölüp bitiyordun, hani ben muhteşem bir şeydim? Bu kadar mı kolay birine bir şeyler hissediyor gibi davranmak ve bu kadar mı kolay bir anda vazgeçmek?

Neyse ikinci senaryoya geçiyorum. Bu senaryoda esas kızımız daha bir ilgili, “o-la-bi-lir” diye düşünüyor.
Çocukla görüşüyor, sinemaya gidiyor, yemeğe gidiyor. Evde pizza&şarap eşliğinde film izlemek pek bir moda ya, onu da yapıyorlar. Esas oğlan pek bir ilgili gene, kız da iltifatlara karşılık veriyor, yaşasın flörtöz ortamlardan ortam beğeniyorlar. En fazla 4-5 görüşme sonrasında öpüşme geliyor, ardından da sevişiyorlar. Ve çocuk gene ortadan kayboluyor ki biz buna aramızda “vınnn” diyoruz. 

-Ne oldu seninki kızım?
Vınn oldu cevabı, hmmm deyip anlayan bakışlar ve sessizlikle noktalanıyor. Kimse  “anlamış gibi” yapmıyor. Çünkü bu hikayeyi bir arkadaşımın arkadaşı yaşamıştı durumunu çoktan aştık.
Vın Turizmin değerli yolcuları, gittiğiniz yol, yol değil, bilmeniz lazım!

Esas oğlan bir de ardından “iyi de ben sana bir ilişki vaat etmemiştim” demiyor mu al orda kafasını duvara çarp, beyni dağılsın.
E güzel çocuğum biz niye görüştük o zaman o kadar sık? Benim bir tane daha arkadaşa ihtiyacım olmadığı gibi zaten arkadaşlık da böyle kurulmaz
Şimdi ne yaşadık biz? Anlayan bana da anlatsın lütfen!
İlişki istemiyordun, işlerin yoğundu hatta bir de kafan karışıktı, o zaman niye üstüme geldin? 
Senin karşında üniversite okumuş, eli para tutan, kafası çalışan modern genç bir kadın var, çocuk gibi kandırılmaya ihtiyacı yok ki... Dürüst ol, ciğerimi ye! Nedir o öyle 18. Yüzyıl aristokrat kibarlıkları, Don Juan tavlama taktikleri... Nereden öğreniyorsunuz bunları?

Diyeceğim odur ki, bugün asıl dejenere olan biziz. Yoz deyip burun kıvırdıklarımız hiç değilse daha dürüstler, ne istediklerini biliyorlar. Bizimse üstü cila altını kazıyınca kof çıkıyor. Yeteneksizsiniz, dejeneresizsiniz!

Türkiye her alanda son 10-15 yıl içinde inanılmaz bir hızla atlamalar yaptı. Dün; jean sadece yurtdışına gidenlerin giyebildiği bir ürün iken, bugün dünya çapında moda tasarımcılarımız var. E tabii bu hızın da bir bedeli var...
Aynı hız (gelişme diyemeyeceğim maalesef) ilişkilerde de var. Olmadığımız gibi bir şey gibi görünmeye çalıştığımız için bu durum bir kaç beden büyük geliyor.

Anne-babanızın ilişki kuruluşları size de eski Türk filmlerinin komik senaryoları gibi gelmiyor mu yoksa?

21 Şubat 2011 Pazartesi

istemiyorum.

İstemiyorum ego savaşları olsun.
Karşımdaki benim yüzünden kendini salak, yetersiz hissetsin. Pişmanlık hissi uyansın, sadece vicdanına dokunduğu için ya da “üzülme, kıyamam” diye çabalasın.
İstemiyorum bunları.
Bunlardan soyunsun da gelsin. Sadece ben olduğum için ve sadece beni istediği için gelsin. Sadece kendisi olarak gelsin.

İstemiyorum oyunlar oynayayım. İçimden geldiği gibi davranmayayım... İlgilenmiyor gibi yapayım, arada yalan yanlış kıskandırayım. “Yakışıklısın, tatlısın, seksisin sevgilim” demeyip çokça burnumu boynuna dayayıp nefes almak yerine burnunu sürteyim. İstemiyorum.
Ya poz kesmek uğruna yarın o nefesi alamazsam? Ya, aman belli etmeyeyim, üstüne düşmeyeyim, ona çelme takayım diye diye yarın bende belli edecek his kalmazsa... O yüzden dolu dolu sarılmalı, çokca iltifat etmeli, delilikler yapmalıyım! Sokak ortasında “seviyorum ulen” diye bağırmalıyım.

İstemiyorum kendimi matah bir şeymiş gibi göstereyim, allayıp pullayayım... Ben sade, ben yalın olayım. Herkese değil belki ama kalbimdekine karşı yumuşak başlı ve mütevazi olayım. O farketsin ona özel davrandığımı ve o bilsin değerimi... Yoksa siz hala, sıkılmadınız mı kendinizi birine anlatmaya çalışmaktan...

İstemiyorum şüpheler solucan gibi beynimi sarsın, kıskançlıktan karnım ağrısın, güvensizlikten huysuzlaşayım. İnsanoglu çiğ süt emmiş ama sırtını dönüp kendini fütursuzca düşmeye bırakabilecek kadar güven olsun. Öteki taraf tutmazsa, onun ayıbı olsun. Güveni kazanmak için düşen de tutan da çırpınsın.

İstemiyorum, manasız manalarda kaybolmak... Kravat hediye ederse boynuma ilmiği geçirmek ister, yüzük ise  evlenmek ister, çikolata kutusunun rengi de kırmızıysa simgesel olarak aşık demek. Hadi canım sende! Nasıl ki her insanın ten kokusu, ötekinden farklıysa... Arızası, adımları, astarı da farklı. Önyargılar, genel geçerler üstümüzden geçmesin.

İstemiyorum, benim adıma karar versin. Herkesin adı, herkesin kararı kendine! Ben kızarım diye aklındakini söylemekten kaçmasın, saklamak da yalandır, unutmasın!

İstemiyorum huysuz olmak, acısını en yakından çıkarmak. İstemiyorum uzak olmak, hayaline girememek. İstemiyorum laf sokmak, çatal dilli olmak.

Issız adaya düşersem yanıma götüreceğim üçlü; huzur, tutku, kahkaha olsun.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Çok renkli sesler korosundan kanon

  4 yakın kız arkadaşım var benim, dördünün de birbiriyle alakası yok!

Mağdurella a.k.a dışlanan kız: içe dönük, içi zengin, asosyal hatun. Çok kitap okuyan, insan sevmeyen, aksi, yabani, depresif, felsefi düşüncelere dalan. Kaba biri, patavatsız. Espri yaptım sanıp üst üste çam devirmeleriyle meşhur.
Lisedeyken pek bi dışlamışlar bunu. Kaç tane arkadaşı olmuş, kaç tanesiyle kavgalı ayrılmış sayısını hatırlamıyor. Hep sivrilikleri, patavatsızlıkları yüzünden. Azcık fesat ama aslında iyi kız. Çok dışlandığı için böyle hafif yabani kalmış. Büyüdü, hala dışlanıcam korkusunu atamadı üstünden. Bu yüzden dikkat etse ya, ağzından çıkanlara... Nerede... Giyim tarzı hafif özenti, herkesin giydiği şeyleri giyip bari bu safhada dışlanmayan olma niyetinde. Çekicilikte noksan. Çok sevgilisi olmamış, genelde yalnız, film izlemeye bayılıyor. 

 Hippicik a.k.a. Asi kız: Alıp başını gidesi var hep. Gücü var, hayat enerjisi var, gençliği var, biraz cesareti noksan. Şehir hayatından hoşlanmıyor. Liseden sonraki yaz basmış Fransa’ya gitmiş, kafasına göre şehir şehir takılmış. Üniversite sınav sonucunu bile, Bastille’de bir sabah kaybolduğu esnada babasından gelen telefonla öğrenmiş. Lisedeyken bir otelde animatörlük, üniversitedeyken festivallere katılan gruplara yurtdışında rehberlik yapmış. Tiyatro delisi, bunu bıraksak her hafta yeni oyun izler. İzlemekle kalmaz, icra etmeye de yeltenir. Lisede az sahnelerde tepinmemiş, hevesi kursağında kalıvermiş. En sevdiği yer sorulunca Ege’de küçük bir balıkçı kasabasının ismini veriyor, bundan da gurur duyuyor. İstanbul’da yaşıyor ama trafiğinden, havasından, kromatiklerinden pek müzdarip. Yakın zamanda, yaşlanmayı beklemeden Ege’deki kasabaya taşınmakla, Kanada vatandaşlığına başvurup, Montreal’de küçük bir pub’ın garsonu olma hayali arasında gidip geliyor. Kılık-kıyafet onun için boş işler, iki elbise, iki tshirt bir kotla sürekli idare edebilir. İlişkilerde hep kaçan taraf olduğu için kovalayanı çok. Çocuk falan istemiyor, iyice bir gezeyim 40’lı yaşlarda yapar, tüm hücrelerimi de yenilerim diyor. Ortalama güzellikte ama bakımsız bir tip, orta uzunlukta saçları ve kısacık kesilmiş ojesiz tırnakları var. 

 Feminist a.k.a. Parti kız: dergi editörü, iş hayatını seven, kız kıza gezmeye bayılan, blog yazarı, geleceği parlak. Küçük çaplı erkek düşmanı. Hiç birine güvenmiyor, güvenilmemesi gerektiğine inanıyor. Arkadaşlarını da hep uyarıyor. Flörtöz, ilişkilerde pek iyi niyetli değil, şanssız ve güvenilmez. Üniversitenin en popüler kızı olmuş, öyle ki kendinden büyük sınıflar tarafından “okulun en güzel kızı” ilan edilmiş, haberi olmamış. Okulun en güzel diğer kızı mı? Tabii ki en yakın arkadaşı.
Modaya, yükselen trendlere aşina. Parası olduğu anda, alışverişe koşuyor, dış görünümüne önem veriyor. Güzel olduğu kadar da havalı, bir o kadar kibirli ve küstah! Her popüler kız gibi, dili sivri, insanları dış görünümünden yargılıyor. Eğlenceli ve komik biri. Kısa, havalı bir saç kesimi ve kabarık bir telefon listesi var. Eski sevgilileri arasında ünlü oyuncular ve mankenler mevcut. Evlenesi tabii ki yok, flört etmeye bayılıyor. Dans etmeye ve içki içmeye bayıldığı için mi bilemem ama arkadaş partilerinin de olmazsa olmazı! Yemek yapmayı sevmez ama çok lezzetli kokteyller uydurur. 
Geyşa a.k.a. domez kız: ben bilmem sevgilim bilir kızı. Aman sevgilim bir şey demese de ben o olmadan çok geç vakte kadar dışarda kalmayayım, içine kurt düşmesin. Aman onun arkadaşlarıyla olalım, benimkilerle sonra tanışır. Sevdiği yemeği pişireyim, çamaşırlarını bile yıkamaktan zevk alıyorum, benimle flört edeni bir güzel tersleyeyim kafasında bu cancağzım. Azıcık saf, iki güzel söze kanar. Çocuk sahibi olmak istiyor, mümkün olduğunca erken. Uzun lepiska saçları ve uzun ilişkileri olmuş. Geyşa ruhundan mıdır şansından mıdır bilinmez, erkekler onu uzun süre unutamaz. Gider, geri döner, yıllar sonra bir gece vakti ararlar.

Hayır, zannettiğiniz gibi değil. 
Elif Şafak’ın Siyah Süt kitabındaki karakterlere özenmedim ya da kendi SATC’mi oluşturmadım. 
Bu arkadaşlar var. Yazdıklarımın her biri doğru. 
Lisede dışlanan çirkin ördek yavrusu da benim, üniversite sınav sonucunu Bastille’de kaybolmuşken öğrenen, Ege’de yaşama hayali kuran hippi de, popüler parti kızı da benim, geyşa ruhlu saftorik de... Her biri, bir diğeri olmasaydı eksik kalırdı. 

Sex and the City dizisinin neden o kadar çok tuttuğunu biliyor musunuz? Çünkü her daim tutan basit ve akılcı bir denkleme dayanıyordu. 1900 yılında yazılmış olan Oz Büyücüsü’ndeki karakterler denklemi... Biri kalbi, biri cesareti, öteki aklı ve diğeri özgürlüğü olmayan 4 karakterin bir araya gelmesi ve beraber yolculuğa çıkmasıyla muhteşem bir hikaye oluşur. 

Benim hikayem de biraz böyle... Bazen kalpsiz, bazen korkak, kimi zaman akılsız, kimi zaman da esir alınmış hissetmem tam da bu sebepten... İkizler burcu olmamdan ve onların da ikizleriyle dört kişilik bir çekirdek aileyi bünyemde barındırmaktan değil eserekliğim...
Bu böyle. Hepsi de iyi ki varlar. Eksik kalmamam için. 

Yoksa siz kendinizi sadece tek ruha mı ait hissediyorsunuz?

6 Şubat 2011 Pazar

İsteyenin bir yüzü...


 Güzel fotoğraflar biriktirmek istiyorum.


Hayır dağ, taş, simit peşinde martı, sümüklü sokak çocuğu, sigara içen yaşlı, dişsiz ve kırışıklı dede kareleri değil. Onları fotoğrafçılığa yeni atılan amatörler çeksin, ilk kendileri çekiyormuşcasına...


Ben, tüm bencilliğimle, kendi karelerimden bahsediyorum. Gülen, kahkaha atan, 32 diş, burun kırıştıran, azıdaki dolguyu gösteren cinsten kahkahalarla dolu...


Yüzmek istiyorum, bulabildiğim her fırsatta! Havuzda değil, denizde. Kendimi okyanusun bir parçası hissetmek, dünyanın öbür ucunda aynı anda denize giren biriyle saçma bir bağım oldugunu düşünmek, derinden yüzeye doğru yavaşça çıkarken yüz bin baloncuk arasında güneşle kesişmek, nefesimin son anına kadar suyun altında kalmak istiyorum. Can hıraş su yüzüne çıkınca “oh be” nefesinde yaşadığımı hissetmek istiyorum.


İçmek istiyorum. Sıcacık bir kahve, buz gibi bir bira, limonu acısı kıvamında bir bloody mary, nanesi bol mojito ya da rengine doyulmaz bir roze... Mümkünse arkadaşlarla, keyifli bir masa çevresinde...


Gezmek istiyorum. Montreal, New York, Hong Kong,Yeni Delhi, Massai Mara, Santiago, Venedik, Barselona, Pecs, Paris, Berlin...
Her şehirden bir kare, içinde ben olayım! Ben galiba, en çok gezmek istiyorum!


Öpüşmek istiyorum. Uzun, kısa, kaçamak, ulu orta, ıslak, küçük... Gülümseyerek.


 Bu aralar yaz gelsin istiyorum, üşümekten kat kat lahana bebek gibi giyinmekten çok sıkıldım. Sıcak kumda ayağım yansın, tiril elbiseler tenimi sarsın, sandaletlerim kış uykusundan uyansın, tenim bronz, saçlarım ılık esintide salınır olsun.


Yazmak istiyorum. Ona buna değil, kağıda, deftere, bilgisayara, telefona, kitaba... Deneme, saçmalık, aforizma, öykü, röportaj, roman... Beynim susmasın, ilham kaçmasın, tatmin durmasın!


Okumak istiyorum. Kitapları ve insanları... Çoğu zaman sadece romanları.


Yemek istiyorum. Mangal çuprası, roka, enginar, taze fasulye, bakla, pırasalı pilav, çiğ somon, az pişmis et, anane köftesi, soslu makarna, ıspanaklı börek, üç peynirli kahvaltı...


 Kare şeklinde, içine küçük bir masa alabilen rengarenk bir mutfak istiyorum. Sıkış tepiş olmadan, güzel yemekler hazırlamak, domez bünyemle basit ama şık sofralarda sevdiklerimi doyurmak istiyorum.


 Haberleri, kötü biten filmleri izlemek istemiyorum. 
 Yetinmek istiyorum. Daha fazlasına gerek olmasın, gözüm aç kalmasın. Benim olan en güzelidir, az çoktur zaten. İnsani içgüdüden çıkıp elimdekiyle mutlu, çok mutlu olmak istiyorum.

4 Şubat 2011 Cuma

Miş-muş. Öyleyken böyle-imiş. Haberim yok-muş.



Özlemek, özlemek, özlemek-miş. Bazen sırf bu sebepten bile bile birbirinin canını acıtmak, bazen özlemenin şekerli tadına varmak-mış. O ilk sarılışa paha biçilemez-miş.

Onu her göreceğin gün; özenle hazırlanmak, tekrar tekrar heyecanlanmak-mış. Pamuklu pijamalarımı ve kız arkadaşlarımla vakit geçirmeyi özledim, dostlarımı ihmal ettim derdi yok-muş.

Normalin kat be kat üstü telefon konuşması yapmak-mış. Çalınca gülümsemek, açınca ortamdan uzaklaşmak, bir dolu bir boş konuşmak, bazen kahkaha krizi bazen tripcan homurlanmalar yapmak, kapatırken gülümsemek-miş.

Telefonla yetinmemek, skype’da kamera açmak, sms, mms, fb, mail, twitter mesajları atmak-mış.

Yolların kısalması, bir yandan uzaması-ymış. Varış çok kısa, dönüş çok uzun-muş.

Zaman kavramının da aptala bağlaması-ymış. Ondan uzaktayken, ona yaklaşan günlerin geçmek bilmemesi, ona değerken anların çoğalması ama zamanın çokça hızlanması-imiş. 

Acayip-miş. Her an yanı başında olabilecek bir çoklarından; daha yoğun hissi uzaktan hissettiren olması-imiş. 

Yanında olunca, her anın değerini bilmek-miş. 

Durup dururken hüzünlenmek-miş. Şimdi niye burada değil, bu arkadaşımla keşke tanışabilseydi, bu davette elimi tutsaydı, bak çok canım sıkıldı evde boş boş oturuyorum, şu filmi sadece onunla görmek istiyorum nidaları arasında...

Tanımadığım his kıskançlık derken kıskanmak-mış. O kız, bu kadın, berikinden değil. Yanında olabilen herhangi bir arkadaşını kıskanmak.

“Kavga ettik” diye boktan bir sebep sunan arkadaşına, “salak değerini bilsene yanındakinin” diye bağırmak istemek-miş.

Öyle pek kavga nedir bilmemek-miş ama kavga edince kolay kendine gelememek-miş. 

Aklının bi köşesinin hep 450 km uzakta olması-ymış.

Lanet etmek-miş kaderine. Nereden çıktı bu, bak hep bir parçam eksik gibi demek, sonra şükretmek-miş. Ne olursa olsun, iyi ki var-mış. İyi ki doğ-muş. İyi ki gel-miş. İyi ki “şimdi seni öpersem ne yaparsın” de-miş.

Thy, atlas, pegasus, anadolu jet sitelerine hep bakmak-mış. Kimselere haftasonu program sözü verememek-miş. Öbür hafta gider miyim, Pazar gece mi Pazartesi sabah mı dönerim soru işaretleriyle.

Şaşırmak-mış. Telefondaki en küçük bir ses değişimini hisseden olunca. Değerli hissetmek-miş.

Bugünde değil daha çok yarın da olmak-mış. Hep plan yapmak-mış. Sen ne zaman gelirsin, ben ne zaman gelirim, senin işin, benim işim, bodrum’a kaçarız değil mi, yılbaşında kimin arkadaşlarıyla olsak, hadi nolur mayıs gelse de sen dönsen...

Aptal gibi gözlerinin dolması-imiş. Hani geçici ayrılığa 10 saat kala, “olmak istediğim yer burası” deyip sarılanın gözlerine bakarken.

Uzak ilişki yaşamak öyleyken böyle-imiş. Güzelmiş, sıcakmış, garipmiş, uzakmış ama en yakın olandan daha bile yakınmış.

Bilmez-mişim. Öğren-mişim. Bir de bütün bunları anlamak idrak etmek-miş. 
çokopirens-miş; mutluluk-muş:)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...