fortfolio işte...

biraz şehir, biraz ilişki, biraz kadın, biraz erkek, biraz yalnız, biraz komik, biraz hikaye, biraz gerçek.

31 Ekim 2010 Pazar

En güzel an!


Sayfa boş ve tertemiz.
Doldurabilir miyim, bilmiyorum. Üçüncü cümlesine başladığım yazının sonu gelir mi, pek emin değilim. Umrumda mı? Hiç değil!

Hani insan mutluyken yazamaz ya... Ya da bir laf vardır, ya yaşarsın ya yazarsın diye... Ben bu lafın birinci safhasındayım. Yaşıyorum. Yazımı bitiremezsem, bu mazeretimi aklında tut ve beni mazur gör lütfen!

Çünkü ben o en güzel an’dayım!

İçkinin ikinci yudum, denizin ilk dalış, yazının son nokta, sohbetin en bal, seksin doruk, yemeğin doyma anı tadındayım. Flörtün ilk anı! Lezzetli.

Yarın ne olur kaygısı yok, bugünkü tasa yok, o kadar taze ki dünkü kalp kırıklığı yok, kıskançlık yok, sıkıntı yok, dırdır yok! Yokoğlu yok!

Heyecan var, gizem var, keşfetme merakı var, sonsuz öpüşme arzusu var, sarhoşluk var, büyü var, şuursuz bir çekim var. Bal rengi saçlar var, tam gözümün önünde.

Kelebekler var, midemde. Aptal bir sırıtış var, yüzüme yapışık.

İşte bu yüzden yazamayabilirim. Belki de büyü bozulmasın diye yazmamayı tercih ederim. Ya da belki bu tatlı anın içinde kendi kendime kaybolmayı tercih ederim. Paylaşmaya tahammülsüz bir kıskançlık içinde.

Çünkü ben o en güzel an’dayım!

Kimse beni anlamıyor, bambaşka bir şey bu kafasındayım. Aman nazar değmesin, kulağını çek, tahtaya vur, dilini ıssır, kıçını kaşı kafası. Ne yazcam abi, "dur bi anlayalım neyin içine düştüm tepetaklak" kafası.

Çünkü ben o en güzel an’dayım!

Hadi hadi birbirimizi tanıyalım, hadi daha çok “biz” olalım, hadi daha çok kahkaha atalım. Ben sana sataşayım, sen benimle dalga geç. Bizim aramızdaki esprilerimiz gün geçtikçe artsın. 20 sevgili, Ali Desidero, çokopirens diyelim, kimse anlamasın, biz gülelim. Hadi geri kalan herkes biraz fluya kaçsın.

Sen ol, ben olayım, burnum boynunda, kolun başımda, çenen ensemde, geri kalan herkes umrumuzdan fersah fersah uzakta! Hadi hadi biraz daha dokun bana, çıldırıyorum. Aç boynunu biraz daha koklayayım.

Elim sende yürüyelim, yerden yüksek olalım, Ali baba saatin kaç bilmeyelim, saklambaçta aynı ağacın arkasında öpüşelim, tıp deyince susalım, susalım ki büyü bozulmasın.

Sessizlik. Tam da ihtiyacım olan. Sözün bittiği yerdeyim. Söz biter, başka bir şey başlar. Garip, yabancı ama güzel bir şey.


bu yazıyı beğendiysen bana yarışmada oy verirsin, değil mi? Buraya tıkla, üye olmadan, uğraşmadan fortfolio'ya oy ver!

27 Ekim 2010 Çarşamba

Fortfolio Blog Yarışması'nda!


Sevgili Fortfolio okuru, seni çok seviyorum, biliyorsun. 
Çok kısa bir sürede sayende 10 bin tık'a yaklaştım, harika yorumlar aldım senden. Çok oldun artık demezsen, bir ricam daha var senden.
Yukardaki linke tıklayıp blog için oy verir misin? 
Üşenmezsin, değil mi? Fortçu yazarına motivasyon olsun, daha çok tıklansın, senin beğendiğin yazılar daha çok paylaşılsın diye... 
Yeni sürprizlerle çok yakında karşında olacağım! 
Sağlığına ve ilişkine duacıyım, esenlikler diler, yanaklarından öperim. 

Şafak Ünal.


24 Ekim 2010 Pazar

Anne yalakası

Aileleriyle yaşayan arkadaşlarımın annelerine yalakalık yapmayı düşünüyorum. Çünkü televizyon karşısına oturup karton kutudan noodle çubuklamak bana göre değil!


Yalnız yaşamak iyi hoş da, yemek meselesine kafayı takmış durumdayım! Tüm avantajları ve dezavantajlarıyla yalnız yaşamayı çok seviyorum, tamam. Zaten başka şansım da yok, tamam. Ama insana kendini çaresiz, kötü ve yalnız hissettiren dezavantajları içinde ben “yemek yeme” mevzusuna çok pis taktım!
Ben her gün ne yiyeceğimi kendim düşünmek zorundayım!
Çok zor gelmedi mi?
Anlamadınız herhalde, bir daha tekrarlıyorum, her gün, her öğün, sabah-öğle-akşam ne yiyeceğimi düşünmek ve bulmak zorundayım!

Dışardan mı söyleyeceğim, gir yemek sepetine 5500 seçenek arasında bir aşağı bir yukarı bakın dur. Sonuç da hep aynı olsun, ya pizza ya dürüm, ya hamburger ya da en sağlıklı seçenek ızgara köfte sipariş et, kulağın motor sesinde bekle, kapıda parayı öde, hazır yemeğe kon. Ama “evde yapılmadım ben” diye bağıran plastik kutular içindeki yapay yemek lezzetini her seçenekte acımasızca hisset!

Evde yapayım dersen otur evdeki malzemeyle canının istediğini bir araya getirmeye çalış. Ispanak mı yapsam, iyi de kim yıkayacak şimdi? Köfte mi yesem, soyalı ızgara tavuk mu yapsam, tostla mı geçiştirsem? Ton balıklı salata da olabilir bak, kıymalı patates yemeği de... Evde soğan kaldı mı acaba? Sarımsak da koymak lazım! Ama yarın ellerim sarımsak koksun istemiyorum. Şimdi kim gidip domates alacak? Zaten kilosu on lira olmuş! 

Hani kimi günler vardır, eve kendini zor atarsın ve oturduğun yerden kalkmak zor gelir. İşten geldin, yorgunsun... Adam arayacağım dedi, gün boyu çıt çıkmadı. Ya da daha kötüsü düşünecek bir adam bile yok. Kimse gel dışarıda yemek yiyelim de demiyor. Zaten balla börek olsa her gün dışarıda yenmez, ona para da dayanmaz! Hava tipik İstanbul havası, kapalı ve depresif... Belki halsizsin ya da en basitinden sıradan bir gün... İşte o günler de yemek düşünmek de zor, çok zor geliyor.

Böyle zamanlarda telefonda anneme hevesle soruyorum “ne yemek yaptın” diye cevabı ne olursa olsun, of çekiyor, İzmir’e dönmek istiyorum. 
Hadi sabah kahvaltıyı simitle ya da tostla geçiştirdin, öğlen ofisin yemekhanesinde ne çıktıysa yedin ya da cafede bir salata tırtıkladın ama o akşam yemeği yok mu? Geldi dayandı kapına, karnın acıkma sinyallerinde... Birisi içerde hazırlayıp getirse, yemin ederim burun kıvırdığım, sümüklü dediğim bamyayı bile afiyetle yiyeceğim! Ben düşünmeyeyim önüme bir tas sıcak yemek gelsin, razıyım bamyaya da, nohuta da... 
Bence çözülemeyen ev hanımı problemi “akşama ne pişirsem”in yalnız yaşayan sürümü “akşama ne yesem?”

Hayallerimde bir ses var... Akşam 19.30 civarı içerden bağırıyor, “Şafaaaaak, gel kızım, yemek hazır” diyor... Bende pıt diye yerimden kalkıp, hazır sofraya kuruluyorum... Oh ne gam, ne tasa! Kafamı yorduğum binlerce soru arasına bugün de “ne yesem”i katmadık çok şükür!

Sekiz yıllık yalnız yaşam üstüne çözümü buldum. Sırf beni akşam yemeklerine davet etsinler diye arkadaş annelerine yalakalanacağım. Kültürle ilintili olarak bizim için karın doyurmak bu işin sadece %50’si... Ailenle bir arada aynı masa çevresinde toplanmak ve sohbet etmek, biten günün ardından sevdiklerinle günlük dertleri paylaşmak da işin içinde!

Çok mu ağlandım ya? 
Üstelik bu satırların yazarı yemek yapmaya bayılır, biliyor musunuz? Ama iki koşul arıyorum yemek yapmak için... Birincisi biraz vaktim olsun, çok aç olmayayım ki kan şekerim düşmesin, ikincisi de o yemeği benimle keyifle yiyecek birileri olsun. Takdir edilmek istiyorum haliyle! O zaman sarma da sararım, fırına balığı da atarım, ıspanaklı börek de yaparım... Ki yapmışlığım var, spatula tutamayanlardan hiç değilim!
Koşulları bir denkleyebilsem... Yemeğe beklerim şekerim!

Bunca yemek muhabbeti üstüne, karnım acıktı bak şimdi...
Of akşama ne yesem?

21 Ekim 2010 Perşembe

Ucuzlukta Almayın! Cereyanda Kalmayın!

Her ay stil önerileri veren sayısız kadın dergisi ve gazete eklerine rağmen kimi dişiler seksi görünmeyle ucuz görünme arasındaki farkı hiç anlamadı! Doğallık, sadelik diye bağıran yazıların inadına basitlik topağı uygulamalardan vazgeçilmiyor.

İşte güzel olduğunu sandığınız ucuz gösteren detaylar:
Yanları fışkırtan düşük belli kot. (seksi olmadığı gibi mide bulandırıcı!)

Esmer tene sarı saçtan artık vazgeçsek? (Konuyla en alakasız erkek bile sahte sarışını bu kadar kolay anlamasa? Nasıl olur kuzularım? Hadi kuaföre gidin hep beraber, grup indirimi alın.)

Yüze uymayan şekilde alınmış incecik martı kaşlar.

Gözaltına Bülent Ersoy misali yaldır yaldır beyazlatıcı sürmek.

Genellikle buz mavisi eskitilmiş kotların birçoğu.

Kafanın arkasında topak topak yapışmış, muhtemelen gece yatarken de çıkarılmayan yapay çıtçıtlar. (arkadaşım uzatmak istiyorsan sabret, tarayamadığın saçı kafanda niye tutuyorsun?)

Fondötenle yüzü yıkamak ya da sivilcenin üstüne kat kat kapatıcı ya da fondöten sürmek. (Daha belli ve daha çirkin görünüyor, bırak açık kalsın, hava alsın hem daha kolay iyileşir be hey kafasız)

Milyar lira saçın boyasına döküp saç uçlarını kırıklar içinde bırakmak ve kelebek tokayla umursamaz bir topuzla tutturmak.

İlgi çekmek için genel alanlarda yüksek perdeden saçma kahkahalar atmak. (hayır benim de kibar kahkahalarım yok, ama içten olmayınca çok belli oluyor güzelim)

Ağzından büyük sakızı çevirip durmak patlatmak.

Haddinden büyük ve boyutundan ucuz halka küpeler.

Çok satan güneş gözlüğü modelini, yakışmayanların takması ucuz! (Soğudum senden Rayban)

şahtık, şahbaz olduk.
Nişantaşı, Bağdat Caddesi, Etiler gibi semtlerde ağırlıklı olarak görülen, elde bir cüzdan, bir telefon, bir sigara paketi dolaşıp “ben buralarda oturuyorum bir kahve içmeye çıktım yae” kafasındaki hanım kızlarımız.

Yağlı görünümlü parlatıcılar. (az önce bir buçuk tereyağlı iskenderi öptüm de geldim hacı izlenimi.)

Uzun tırnak/bordo ya da kırmızı oje kombinasyonu. (Birazdan pamuk prensese elma mı sunacaksın arkadaşım?)

Çizgili adidas eşofman altı ve spor ayakkabı\convers giyip üstüne simli boncuklu tshirt, kocaman altın rengi halka küpeler, full makyaj/fönlü saçlar/kocaman klasik çanta. (Altı kaval-üstü şişhane.)

Renkli çipil çipil lens üstü abartılı solaryum. (krema üstü vişne)

seni seçtim pikaçu!
Saç spreyi, koltuk altı jeli, parfümü bir arada, üst üste sıkıp kokuları karıştırmak.

Rimeli kat-kat ve katman-katman sürmek. Sonra kirpiklerin birbirine yapışması.

Her cümle başında bağlaç olarak “yaneaaa” kullanmak. (Çok tikisin aşkitom!)

Sırf moda diye o sezon revaçta olan her şeyi giymek. Her model her vücut için değildir. (Misal ayak bileklerin kalınsa babet, kalçan genişse boru elbise, boyun kısaysa şalvar pantolon, bacakların kalınsa tayt giymeyiver. Eksik kalmazsın merak etme!)

Bu durumları inatla yapan hemcinslerimi, krematoryuma bekliyorum.

17 Ekim 2010 Pazar

İkizler burcu ömürlük yorumu


Fallara inanır mısınız? Peki ya burcunuzu okur musunuz? Susan Miller’ı takip edenler parmak kaldırsın lütfen.
Bilenlerin de bilmeyenlerin de en koşarak kaçtığı burç hangisidir? Merhaba, ben burcumu duyduğunuzda yüzünüzü buruşturacağınız insanlardanım. Ama burcuma da bayılıyorum.

Övünmek gibi olsun, harika huylarım vardır.
Böyle nasıl desem gerçek bir prenses yaşar içimde. Hayır merak etmeyin önceki hayatımda Mısır’da yaşayan bir prensestim demeyeceğim. Hiç bir gün!

Prenses bünyem ince düşünür, detayları atlamaz.
Kendini sevdirmek istediği insanın hemen dikkatini çeker. Dergide hep “uyuz” insanların röportajlarına özellikle onu gönderirler, burnundan kıl aldırmaz tiplerle bile  iyi anlaşır, anlayan beri gelsin. Yoğun bir pozitif enerji yayar, ilk anda hissedilen... Fransızca, İngilizce, İspanyolca konuşur. Mütevazidir. 

Şirin şirin gülümser, kibar kahkahalar atar, sosyal kelebektir.  Herkes mutlu olsun ister, güzellik kraliçesi dilekleri tadında “dünya barışı” cümleleri kurar. Arkadaşlarının arkasından konuşulduğunu  duysa, pençelerini dışarı çıkarır, hemen savunmaya geçer.

Anlayışlıdır, siyahlar ve beyazlardan çok grilere inanır. Esnektir, asla demez, dener, affeder. Küçücük bir dikkatsizlik yapsa hemen özür diler, gerçekten de pişman olur.
Her ortama ayak uydurmasını bilir, hiç anlamadığı ağır sanat ortamında ne bilgisizliğini, ne sıkıldığını çaktırır. Herkese selam verir, kendini bir anda mahalle balıkçısında somon sashimi tarifi verirken bulur.

Küfür etmez, işemez, tertemiz evinde sağlıklı yemekler yapar, salatasını sofradan eksik etmez, jazz dinler, hep en uygun kıyafetleri giyer.
Aşka inanır ve bir gün herkesin çok mutlu olacağından emindir. Maddiyata önem vermez, üç günlük dünyada güzel olan her şey bedava der.
Aynı görüntüdeki ikizimin ise prensesle alakası pek yoktur. Onun; övünmek gibi olmasın ama çok leş tarafları vardır.

Önceki hayatında Mısır’da büyüler yapan bir cadı olabilir bak!

“Kadının kıçı büyük, elleri çirkin” diye saatlerce dedikodusunu yapabilir.
Çok sevdiği arkadaşının; yeni bir arkadaşını sevmezse çenesini tutamayarak, kendi evine misafir geldiği gün “varoş” der. Aşkından öldüğü adama en ciddi tavrıyla “göt müsün?” diye sorar. En resmi ortamda, en olmayacak saçmalıktaki şarkıları karga sesiyle seslendirir. Ayarı kaçar, sokakta bir dolu insanın önünden geçerken yanındaki arkadaşına bağıra bağıra “oh eve gittim, buz gibi duş alıp çırılçıplak yattım, sen de yattın mı?” diye sorar, çevresini zerre umursamaz.
  
En yakın arkadaşına gözlük takıyor diye “4göz”den başka isim kullanmaz. Acımasızdır, hani Allah kimseyi senin diline düşürmesin deyimindeki “sen” oluverir. 
Parantez’deki büyük masada tesadüfen karşısına düşen ve turist kızlara yazan hiç tanımadığı adama, iki havadan sudan muhabbet etti diye kalkarken “hadi beline kuvvet koçum” deyip sırtına vurur, şaşkın bakışlara karşılık, ergen erkek sesiyle bir kadına hiç yakışmayan kaba kahkahalar atar.

“Ben insan sevmem” kisvesine sığınıp yeni kimseleri almak istemez hayatına. Hatta sürekli beraber olduğu arkadaşları da alsın istemez, hemen bok atar.

Anlayışsız ve kabadır, keskin çizgileri vardır. Eğilmez bükülmez, asla der, denemez, bir şans vermez, affetmez, dönüp arkasına bakmaz.

Ait olduğu ortamda bile ayrık otu gibi sırıtır. Kimseyi sallamaz, sevdiklerine kırıcı laflar sarf eder, taptığı annesini bile tersler. Tanıdığı insanlara sokakta selam vermez, uğraşamam der kaçar.

Evi toplamaz aksine dağıtır, dışardan en pis ve sağlıksız fast food siparişini verir, ofise plaj kıyafeti ya da pijamayla gider. “Aşk da neymiş aslında her şey seks için” der. Maddiyatçıdır, yatları, katları ve binlerce ayakkabısı olsun ister.

Daha bir sürü şey var ama bu kadar kendimi açık ettiğim yeter!
Evet ikisi de benim dostum.
İkizler burcunun etkileri mi, ya da gerçekten böyle miyim, yoksa dikkat çekmek, farklı olmak adına bunları yapıyorum, bilmiyorum. 

Kabul etmesine ettim de, bu iki apayrı tarafın dengesi kaçar, utanç verici ya da istemediğim şeyler yaparım diye korkmuyor değilim.

Prensesle cadı ters anda ortaya çıkarsa; en cool durmam gereken günde, aşık olduğum adamın kafasına şaplağı basabilir; beni kazıkladığını bildiğim taksi şöförüne kızmak ne kelime, kibarlıktan kırılabilir; iş yaptığım mimar röportajı erteleyince sinirle telefonu yüzüne kapatabilir; hoşlanmadığım adamla sırf kırılmasın diye sevgili olabilirim.


Beni çözmeler cehenneminde yaşamaya alışmışken öğrendim ki insan 30 yaşından sonra yükselen burcunun etkisi altına giriyormuş. Eyvah, kaldı mı sana 4 sene. 

Birinciden çıkıp ikinci bir “burcumu duyduğunuzda yüzünüzü buruşturacağınız ekip” için hazırlıksızım. 
Akrep olacağım, yaklaşmayın, sokarım!

13 Ekim 2010 Çarşamba

İt-ici erkekler


Kadın çözülemez bir yaratık, kabul ediyorum! Ama erkeklerin de farkında olmadan yaptıkları bazı hareketler birbirimize iliş’memizi daha da zorlaştırıyor!
O yüzden bugün maddelerle, erkeklerin itici gelen hareketleri var. Merak etmeyin ayrım yok, kadınların itici halleri de yolda!
Sevgili testesteron salgılayan dostlarım, lütfen bu hareketleri yapmayın. Hani kadın ne ister diyenlere küçük bir hizmet, kadın ne istemez listesini sunuyorum.

  • Herkese sürekli yazma girişiminde bulunanlar. (Tabii ki ilk madde size geliyor, çok iticisiniz. Cin olmadan adam çarpma girişimini desteklemiyoruz.)
  •  Regl olduğunu söylediginde ıyy diye yüzünü buruşturup iğrenç diyen. (Pardon sen nasıl doğdun acaba.)
  • Annesinin fazla kuzusu. (Senin de çekici olmana imkan yok, bunu biliyorsun değil mi bebişim? Sütünü içtin mi bakim)
  • Sürekli yatakta çok iyi olduğunu ima eden ve kaç kere kime çaktığından bahseden. (Biz neredeyse senin ufaklığın gerçekten ufak ya da erkenci ya da ayakta pek uzun süre duramayan olduğuna eminiz)
  • Elimden ev işi gelmez, ne de olsa ben erkeğim diyen. (Pardon ben anamın karnında mı öğrendim bulaşık makinesini doldurmayı.)
  • Pinti ya da sürekli para muhabbeti yapan. (Varsa var yoksa yok, ikisi de beni ilgilendirmiyor, lütfen sus! Flört başında bu muhabbet kadını 5 adım geriletir)
  • Sevgilisi olunca soğuk davranan. (Çok gıcık oluyorum sana aptal, biz seninle bişey yaşamadık ve zaten yaşamayacağız, ne bu havalar?)
  • İncelik nedir bilmeyen, kabalıkla kendini var eden, sürekli küfreden, kavgacı. (Arzu edersen ossur bi de!)
  • Elimi sallasam ellisi diyenler. (Hani göremedim kimseyi yanında? Boş lafı geç, icraat görelim)
  • İçip içip sapıtan, gecenin sonunu hatırlamayan, hele bi de kusan. (Alkaseltzer koluna, haydi herkes yoluna)
  • Sevgilisinin yanında, ona rağmen flört eden, göz kırpan, mavi boncuğu eline sıkıştıran. (Elimin tersini görüyor musun? Ayıp şu kıza be)
  • Annesinden dolayı teşekkür etmeyi bilmeyen, kadın kısmısının yaptıklarını göreviymiş gibi gören. (Boşuna caddede gezme, sana köyden kız alcam ben.)
  • Eğlenmeyi bilmeyen kasıntı adamlar. (Sıkıcı insanı kim ne yapsın.)


  • Bir yumurta bile kıramayan, üstüne bunu matah bir şey gibi anlatan. (Seksi olan yemek yapan erkek, hiç mi dergi okumuyorsun!)
  • Zorla evlendim iması ve kapılmış ve kapatılmış şakası yapan. (Madem hint kumaşıydın niye sandıkta saklanmadın?)
  • Sevgilisini karısını ruhu duymadan defalarca aldattı diye böbürlenen. (Sana diyecek lafım bile yok, sen düşün)
  • Kötü dans eden. (Sağa sola hafifçe ritme uygun sallansan yeter, yeter ki şu abuk hareketleri yapma, yalvarırım.)
  • Flörtün en başında sürekli neredeydin, kiminlesin, "feysbukda beşinci albümdeki 28. fotoğrafta yanında duran kim" diyen. (Sanane!)
  • Yalnız yaşayıp evini bok götüren. (Evlerden uzak, işeyemediğim evde ne işim var.)
  • Kötü kokan. (Çok itici öyk.)
  • Arabasıyla seni tavlayabileceğini zanneden zavallı. (Adı üstünde işte.)
  • Homofobikler. (Biz kızlar sizlerin gizli gay olduğunuzdan şüpheleniyoruz, haberiniz olsun.)
  • Sadece tanındığı mekanlara giden ve o yere gidince gereksiz yere herkesle selamlaşan adamlar. (Bu tarz hareketlerden etkilenmiyoruz haberin olsun.)

Yapmayın, yapanları uyarın!

10 Ekim 2010 Pazar

Korkarım bu kışı atlatamayacağım!

Mevsimsel şok geçiriyorum, bu kışa hiç hazır değilim. İlkbaharı yeniden yaşayabilmek için ayakkabılarımın yarısını feda ederim. Beni tutup kolumdan Güney Yarımküre’ye götürecek bir babayiğit mevcut mudur acaba?


Yeni yapılan bir araştırmaya göre bazı insanların beyin güçleri bulutlu ve kapalı havalarda azalıyormuş. Gündüzlerin kısa sürdüğü ve kapalı havanın hakim olduğu kış günlerinde; pek çok insanın daha depresif olduğu, uzun zaman önce bilim adamları tarafından kanıtlanmış ve sebep olarak mağara dönemi içgüdüleri gösterilmişti. Ama bu çok bilmiş uzmanların, bulutlu ve kapalı havalarda bazı insanların enerjilerinin azaldığını ve odaklanma problemi yaşadıklarını hatta beyinlerinde bir uyuşukluk hissettiklerini vurgulamaları, bir adım ötesi! İşte bu çok sert! 
Pardon da, bu kadar mı ilkel çağların etkisindeyim ben?

Sonbahar depresyonu katkılarıyla, iki oda-bir salon dağınıklık yaşıyorum.
Sabahları uyanmak istemiyorum. Hadi, bin bir güçlükle göz kapaklarını birbirinden ayırdım diyelim, yataktan çıkasım yok. Anlamsız gözlerle tavana bakıp, cibinliğimi izliyor ve kalkmak için geçerli bir sebep bulmaya çalışıyorum. Yatakla vücudum arasında boylu boyunca 404 yapıştırıcı var, eminim.

Ya beş tabak üst üste patlayana kadar tıkınasım ya da ölmeyecek kadar idareten atıştırasım var; ortası yok. Acaba her gün makarna yesem; etli, butlu ve mutlu bir kış insanı olur muyum? 

Nine gibiyim, sürekli şikayet ediyorum, kırgınlıklar sarmış dört bir yanımı. Sırtım ağrıyor, boynum ağrıyor, boğazım arada cö yapıp kaçıyor. Bir üşüyorum, bir sıcak basıyor, ben kısaca M.T ama sen bana usul usul menopoz teyze de.

Yerimden kalkmasam, olmaz mı? Kızlarla rakı-balık, eğlenceli gece çıkması, spora gitmek, ofis sonrası Cihangir’de happy hours, sergi gezmek etkinlikleri bir yana, kanapede popo büyütmek öbür yana. Öbür yan pek bi kazançlı.

Burası kimin evi çok pardon? Ben içinde böylesi dağıtacak kadar vakit geçirmiyorum ki, bir yanlışlık olmalı! Kesin eşyalar yokluğumu fırsat bilip, evde parti veriyor. Oturacak yer bulmak için efor sarfediyorum, şu tabağı ittireyim de yeni tabağa yer açılsın. Evi dağınıkken huzursuz olan eskilerin domezi, naber?

Bir dakika, biraz sakin olabilir miyiz sevgili kış? Bu ne acele? Biraz merhametli davransan.  Gardrobuna bile gri sokmayan biri, tüm günün füme tonlarına nasıl tahammül etsin?

Kıyafet demişken, her sabah ne giysem diye kıvranan, mus çorap mevsimini açmamak için direnen, yazlık-kışlık elbise/ayakkabı kombinasyonlarında saçmalayan ve buna rağmen gün içinde hata yaptığını anlayanlar elime mum diksin. 
Kale ka-pa-nı-yoooor, elini çeken giyinemiyoooor! 

Hep güneş olsun. Hava soğuk da olsa, yağmur ya da kar da yağsa güneş hep olsun. Gökyüzü mavi olsun. Bari.

Planım şudur, uzmanların bu araştırmasını öne sunarak, müdüre kapsamlı bir “beynim çalışmıyor işte bu da kanıtı” raporu sunup, ücretli izin beraberinde sıcak diyarlara kırlangıç olayım.
Olmadı kış uykusuna yatayım. Hem bu kadar üşüdüğüme göre sıcakkanlı familyadan olmam, bence namümkün.  Bin yılın en soğuk kışını es geçmekten hiç de üzüntü duymayacağıma, uyanınca "ne kaçırdım" diye sormayacağıma söz veriyorum. Mis gibi geri gelirim Mart sonu, gör bak nasıl da sempatik bir insanım. 

Yok hala ilkel çağların etkisinden kurtulamıyor isem, gidip bizon vurmaktan dönen erkeğimi mağara antresinde karşılayayım. Ateşi yakamadım diye saçımdan çekiştirmesin yine!
oldu, size iyi günler!

fortfolio radyo'da!


05 Ekim salı 2010'da Alem Fm'de çok çok dinlenen Nihat Sırdar'ın radyo programında 18.30 sularında, şu anda okumakta olduğunuz blogtan bahsedildi. Hem de ne kadar güzel bahsedildi! 
Blog sahibi çok mutlu oldu, evde zıp zıp tepindi, çığlık attı. Pardon, hiç cool değilim ve durumumu olduğu gibi paylaşıyorum. Yoksa bu sizin başınıza her gün gelen bir durum mu? 
Dileyen linke tıklayıp bahsettiği kısmı dinleyebilir. Yorum yaparsanız daha çok sevinirim. 


Teşekkürler Sevgili Nihat Sırdar ve sivrisinek, fortfolio sizi seviyor! 

Kişisel notlarla darlamaya son vermeden önce, teşekkürler Gelincik &Aybars.  
Ve fortfolio'ya tıklayan, okuyan, yorum yapan, fikir veren, sürekli darladığım (en başta Sibel), paylaşan,  gizlice bakıp çıkan herkese sevgiler. 

Şadap Şafak, amma şımardın, git burdan! 

6 Ekim 2010 Çarşamba

Öteki kadın

yasak elma


Uzun zaman olmuştu. Bir Pazar sabahı birinden hoşlanarak uyandım. Gözümü açınca aklıma ilk o geldi. Hatta gözümü açmadan, beynim yeni açılırken...
Hafif utandım. Kimse pek bilmez ama an gelir tam bi mahçup taze olabilirim. Hem utandım, hem gözümün önüne gelenler hoşuma gitti. Beynimden kopuk kelimeler geçti. Sonra gözleri geldi, azıcık hayal kurayım derken gerçeklere yenik düştüm.

Hani birinden niye hoşlanmadığının sebebi yoktur ya. Bundan da niye hoşlandığımın sebebi yok. Koku mu? Bir bakış mı? O an’ın uygunluğu mu. Bilmem.
Esprilerini sevdim sanırım. Gülüşü hoşuma gitti. Karşıdan karşıya geçerken beni kollaması, çokça dalga geçmesi, bunu zekice yapması. Güzel elleri var bir de... Yanımdan yürümesi, çaktırmadığını sanarak beğeni bakışı atması.

Sakin bir de. Ben çok heyecanlıyım ya, sakin ruh bana yabancı. Basit kural işte, yabancı eşittir çekici.  Öyle sıkıcı sakinlerden değil canım, hani dengeleyen sakinlerden... İnsan onunla çok eğlenir, belli.
Sanki saman altından su yürüten bir hali de var. Bana öyle gelmedi, değil mi? Bir şey daha vardı sanki, sadece ikimizin gördüğü. Bir koku, ne bileyim işte, bir farklılık. 

Burcu ne acaba? Tam olarak ne iş yaptığını da bilmiyorum. Birinden hoşlanmak için bunları bilmek şart mı ki... Bir daha ne zaman görürüm kimbilir, hoş, görsem ne fark eder. İnceden iltifat da etti, hoşuma gitti. Öyle “sen nereden çıktın, ne güzel şeysin” diyeni sevmem. Her şeyin bir raconu var, öyle değil mi?

Bir de şey var. Dokunuşunu sevdim sanırım. Hani düşecek gibiyken ben tutuşunu, biraz uzun. Kavramasını. Sanırım kokusu sinmiş üstüme. Ama nasıl? Bana mı öyle geliyor, burnumda mı kalmış?

Çekim alanından çıkabilmek için kaçtım. Bakışını gördüm sonra. Hani kendine güvenen, hani 'ne olursa olsun’cu. Üff, dişi olmak çok yorucu. Bir bakışa bu kadar çok anlam yükleyen başka bir canlı türü yok. Belki o nereye baktığını bile hatırlamıyor.

Peki ya şimdi? Şimdi bu hikayenin sonunu merak ediyorsunuz, değil mi? Boşuna beklemeyin, sonu olmayan küçük hikayelerden biri işte...
Aynı benim gibi. Devamı olmayacağını bilerek, bilincin dibine ittirerek, “olmaz-olamaz bir şey”i kafama kakarak, modern hayat kisvesine sığınarak, unutarak, bir atımlık çıtır olmayı reddederek.

Ve durmadan tekrarlayarak... Öteki kadın olamazsın, öteki kadın olamaz, öteki kadın ola... 
Vazgeç!

3 Ekim 2010 Pazar

Anne ben tasarımcı oldum!

Şimdi olay bu, tasarımcı olmak çok trend şekerim! İyi-kötü ayırt etmeden elbise, mobilya, endüstriyel ürün, takı yapanlara tasarımcı diyoruz hatta kuaförlere bile saç tasarımcısı demeye başladık. Benim neyim eksik?
Fotograflar: Beyza Kahraman
Tamam biraz yaratım süreci ciddiyeti, esinlenme ve el becerisi fakiri olabilirim ama Esmod hiç de öyle düşünmüyor. Beni gömlek tasarlamaya davet ettiler.

Blogger olarak ilk etkinlik davetim olan Bil’s gömleklerini tasarlama (üstelik ekibini toplayıp gelebilirsin) teklifiyle havaya girdim ve hemen Cenk ve Seda’yı aradım. Cenk, Türk el sanatları üzerine, grafik tasarımı okudu, on parmakta on beş marifet. Hem komik hem zeki kadın Seda ise resim konusunda çok yetenekli bir iç mimar.

Kendimi bildim bileli, elime kalem alınca düz durup çizene bakan çöp adamdan öteye gidemediğim için ekibi eğlenceli olduğu kadar becerikli seçmek zorundaydım! Tasarımcı kimliğime kavuşmam çok zevkli yollardan geçti. 

Fındıklı’daki moda okuluna vardık, bizi bekleyen kokteyle katıldık. Zarif fransız hocalarla tanışıp sohbet ederken tüm blogger’lar toplandı ve çizim sınıfına alındık.
Burada her birimize önlü arkalı standart gömlek çizimi verildi ve beyaz düz gömleği elbise ya da başka abuk bir şeye çevirmeden yaratıcı olmamız istendi. Kalemler, fırfırlı, renkli, pullu, dantelli kumaşlar önümüze koyuldu. Start verildi.

Sekiz grup var galiba, herkes kağıtlara eğildi harıl harıl. Ben tembel öğrenci misali ağzımda kalemi çevirerek kimin ne yaptığını anlamaya çalışıyorum. Çizime ilk olarak Seda başladı, Cenk devam ettirdi. Hani kırılmayayım diye bir şey demiyorlar ama benim fikirlerim nedense pek beğenilmiyor gibi... Ne önersem, “yok bak istersen şunu deneyelim” diyorlar. E peki deneyelim madem.

Önce gömleğin kollarından kurtulduk, kısa kollara fırfır ekledik, ardından yakasını yokedip oraya da fırfırlı kumaşı devam ettirdik. Sonra gömleğin önünü üçgen şekilde kesip arkasını yarı elips şekilde kısaltmaya karar verdik. Konu kıyafet olunca kelimelerim bile kifayetsiz kalıyor ama dur bakalım, güzel olacak gibi. Çizim tamam, şimdi bir üst sınıfa çıkıp uygulama zamanı!

Her gruba bir masa, her masaya makas, iğne kutusu ve düz Bil’s gömlekli bir manken düşüyor. Çevreme bakıyorum da hiç benim kadar konuyla ilgisiz olan yok. Sınıfa girdiğimiz anda herkes stilist, herkes terzi kesildi, bunlar blogger degil miydi yahu?
Mankenle oynama faslı başladı. Bizde işleri Cenk ile Seda yapıyor, dememe gerek var mı? Tuzum bulunsun, kalbim kırılmasın diye bir iğne de sıkıştırmama izin veriyorlar. Makas bile tutamıyorum zaten, solak makası lazım bana. Hoş o da bahanem. El becerisinden nasibini almamış insanlar cemiyetinin seçkin bir üyesiyim. Hem yaratıcı hem de çok güzel elbiseler diken anneanesine biraz olsun benzemez mi insan?

İyi ki Cenk gelmiş, o kadar becerikli ki, elinden gelmeyen hiç bir iş yok, tasarlıyor, çiziyor, kesiyor, dikiyor. Ben de aslolan alt metindir kisvesine sığınıp tasarıma isim buldum. Seda, çağdaş sanat delisi diye dalga geçti ama “Futuristik-Fırfır-Fortfolio” bence çok yaratıcı oldu, ne dersiniz?

Gömleğimizi sevdim, yarın giyip dışarı çıkabilirim ama biraz daha uçuk olsun istiyorum, ilk tasarımımla çığır açmak istiyorum. Renk olsun istiyorum. Ben her şeyde renk olsun istiyorum zaten. Siyah ve beyaz bana yetmiyor, kırmızı olsun ille de mavi olsun. Ama deli kızın çeyizi olur diye izin koparamıyorum. Bunlar resmen benim yaratıcı kimliğimi engelliyor. 
 Seda yaka ve kolların fırfırlarını taktıktan sonra çevresindeki tasarımlara bakıp “bence Bil’s bizimkini üretecek abi, hem şık hem de giyilıbıl” dedi. Oysa bana da hep yandakiler güzel geliyor. Mesela şu yan masada gömleği tersine çeviren ekip favorim.

sağdan ikinci futuristik fırfır fortfolio =)
Model çizdiğimiz kıvama gelince, çevremizdeki diğer gömleklere göz attık ve yaşasın! Tasarım onlara da sade geldi. Bir an yaratım krizine girip, ne yapsak diye bocalasak da, sanatçı ruhumuz bizi kumaş tepesine yöneltti ve siyah bir şeritle gömleğe önlü arkalı hareket kattık. 
Voila! Biz hazırız.

Tüm blogger-tasarımcı ekipler, mankenlerimizi yan yana dizdik, fotoğraf çektik. Torpil yok, bence en güzel üç tasarımdan biri bizimkisi. Üstelik bunu sırf ben değil, hocalar da söyledi.

Okul köklü, fikirleri güzel, pazarlama yöntemleri farklı, hocaları yardımsever ve etkileyici. Kaç tane moda okulu gördün dersen, bu daha iki. Ama üniversite sınavına giren kardeşim moda okumak isterse, kapısını mutlaka aşındırırız. 

Dedim ya anne bak, şimdi tasarımcı olduk, Esmod’ları doldurduk!
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...